Canım sonbahar geldi, blogun tozlu sayfalarını wifi öncesi sayfalarını karıştırma vakti. Şaka maka 2010’da wifi mı vardı yoksa ADSL mi çok anımsayamıyorum. 2010’a dair hat’rımda olanlar televizyonsuz bir evde çok çok çok kitap okuduğum, ondan biraz az çalıştığım ve bolca yazdığım. Saçlarımın çok uzun oluşu, Mehmet Günsür sakallarım… Bazı bazı hâlen açık olan bloglara bakıyor, o zamanlar yaptığım yorumları görüp kendi kendime utanıyorum. Böyle de bir manyaklık dönemi. Hem herkesi okuyayım hem de herkes beni okusun sanrıları. 2010. Hatırladıkça gülümsüyorum.
Bu seriyi biraz da ondan seviyorum. Hem -belli başlı işleri seçerek- eski yazdıklarımı görmek hoşuma gidiyor, hem de sürüsüne bereket anı ve durumlar, e bir de üzerine konuşuyoruz burada… Kışlık domatesleri kullanma gibi bişi bu seri aslında.
Hem azıcık düşündüğümüzde kafayı yemememiz mümkün mü, canım okur? Bu blogun açık ara en çok okunan (yahut tıklanan) yazısı şu. Neredeyse benim or’da bur’da fink attığım dönemde doğmuş bir çocuk, diyelim ki 2010’da dünyaya gelmiş olsun, edebiyat öğretmeninin ödev olarak verdiği Cahit Külebi şiiri hakkında araştırma yaparken (zannediyorum bunca insan Cahit Külebi’nin en iyi 10 şiirini araştırmıyordur durduk yere) tıkladığı site benim sitem. Adamın biri de hâlâ yazıyor. Düşününce, düpedüz delilik yani. (Gerçi düşününce, yine çok iyi. Çünkü yine düşününce, lise yıllarıma dair anılarımda Cahit Külebi’ye dair herhangi bir şey yaptığımızı ben anımsamıyorum.)
*Başlığa ilk öykümsüm yazmışım ama tabii ki değil. Belki, bu bloga yazdığım ilk öykümsüm diyebiliriz Rûya için. Bundan daha aklı başında işler kaleme almıştım gibi geliyor kâğıda ya da word’e. (Kâğıda ya da word’e kaleme almak?? Vov, buster bey, gerçekten, kendinizi aştınız artık.)
*Öyküyü zannediyorum yarı kuzenimin ilk çocuğu doğduğunda ya da onu ilk gördüğümde yazmıştım. Neden böylesi bir aşağılık kompleksi içindeymişim anımsayamıyorum. Çocuğu da düşürmedim gayet yani, hıh!! Ve kızın da hiç de öyle abarttığım gibi bir sevimliliği mevcut değildi. Yazıda tek doğru olan şey, ulan bu salak düşürmesin şimdi bu çocuğu bakışıydı. O da uzun süreli değil. Tamamen üzerime alınıp rüya inşa etmişim. Kucağımdayken bebek belki çok yabancılamıştım durumu. Ya da boy aynasında kendimi mi görmüştüm, dediğim gibi anımsayamıyorum. Ama bir şekilde o hâlimden rahatsız olmuşum belli ki.
*Gerçi bende bir şeylerin bi’ biçimde eğreti durması çok alıştığım, çok tanıdık, çok eski bir mevzuat. Babamın mirası, sağ olsun. Sayesinde pek özgüvenli büyüdük =P (Pekiyi öyle değildiysek de, bu özgüveni nasıl inşa ettik hiç bilmiyorum. Yazıyorum ama yine de bilmiyorum.)
*Bu yazıda ilk defa kullandığımı düşündüğüm bilinçakışı tekniğini, bilhassa rüya görme, bayılma, ya da aşırı heyecanlanma veya üzülme gibi sahnelerde (ben onları sahneler olarak görüyorum, sekans, kısım, paragraf ya da an değiller benim için) hâlâ kullanıyorum. (Linki tıkladığınızda göreceksiniz bahsettiğim yerleri, italikledim.) Buna üslup gibi fazlasıyla edebiyat bir laf demek istemiyorum ama, belki de öyle söylemeli. Kendi belagatimi hiç de bilmeden kendimce yarattığım bebek yıllar =P
*14 senenin ardından o döneme bakınca görüyorum ki bu öykü sayesinde bir şeyler inşa etmişim. Karınca kararınca bir yerlerde bu sayede çıkmışım. Rûya’ya teşekkür etmeli. Belki de o yüzden yapmacıklık sezmiyorum kesinlikle akışta.
*O zamanlarda da tek kelimelik başlık koyma hastalığım varmış öykülere belli ki. Şimdilerde olsa ismi için “Kar Küresi” diyebilirdim. Gerçi benim lafıma da güven olmaz. Yayımlanmış bir öykümde geçen turuncu lafı için bir sene sonra hayıflandım neden kavuniçi demedim diye =(
*İnsana ne kadar çok benziyor ilk yazdıkları bazen şaşıyorum. O kadar ürkek ve salak bir şekilde komik ve patavatsız ki, çok belli benim yazdığım. Sonlara doğru da çıldırmış ve oyun içinde oyun oyunu yapmakta bulmuş çözümü. Kıyamam be.
*Yazıya yorum yapan eski blogger dostu, küçükoda Buket’i tanıyan, takip edeniniz varsa da bu yazıyı ona gönderin, bakalım hatırlayacak mı yorumunu =P Göndermezseniz de bir yazı sonra ben göndereceğim kendisine, artık alışkanlık oldu. Her yoruma neredeyse cevap veren ben neden Buket’e bi’ teşekkürler bile dememişim ayı gibi bilmiyorum. Ayıp. Kim bilir ne triplerde idim gene.
*Minik bir araştırmayla, bir zamanlar yazılarını okuduğumuz küçükodamızın 11 bin takipçili bir Instagram influencer‘ına dönüştüğünü görüyorum. (Bu sayı gerçek ise belki mektubumuza dönüş bile alamayabiliriz.) Bir zamanlar yazdığımız işleri okuyan, misafirimiz olan, hayvan gibi bi’ teşekkür bile etmediğimiz blogger dostumuzun bu dönüşümü bana hem çok şaşırtıcı geliyor hem de zerre şaşırtıcı gelmiyor. (110 bin bile olabilirdi düşününce.)
*Belki de zamanın ruhuna dahil olmalıydım ucundan kıyısından ben de. Aklıma bu gibi durumlarda evlenin ya da evlenmeyin, iki türlü de pişman olacaksınız diyen Kierkegaard gelir nedense. İşin komiği, meğer Buket de Londra’da imiş. Hayat ne tuhaf. Bam diye çıkıverseydim karşısına sapık gibi ya hahahahhaa. Selam olsun kendisine. Arada bizi okusun, biz onu dinliyoruz. 14 sene sonra: Teşekkürler!
Bu yazından gerçekten çok keyif aldım, demek ki bazen muslukları açık bırakmalı böyle bilinç aksın gitsin:)))
Teşekkürler (14 sene sonra da edebilirdim yani jdjdjfj)