Geceleri eskiden ne çok yazardım… Bazen düşünüyorum -bu laf da ne saçma, hep düşünüyorum ama bazen geceleri ne çok yazdığımı düşünüyorum demeli belki- nedir bu itki, nedir bizi -yine belki daha çok beni- yazıya çeken?
Erotik bir roman bile olabilir bu pekâlâ, porno izlemekten daha çok tahrik eden beni. Kelimelerin bilincimde yarattığı imgelemler görüntüden hep bir adım öndedir. Sonra duyma gelir, bu kelimeleri duyma. Seni seviyorumu ne kadar göstersek de duymak isteme de bundan öte, en az seni seviyorumu okuma kadar güzeldir. Görme kadar? Meh, sanmam.
Bu yüzden çocuklar ve bir dili yeni yeni öğrenen yetişkinler hep daha çok sevilir, çünkü çok bilemediklerinden, hatta belki de gereksinimleri olmadığından patır patır dile getirirler her şeyi. Daha çok bilenin zihnini yumuşatır çıkardıkları sesler, fısıltılar, kulaklar, duraksamalar, nefes alıp verişler. Bu yüzdendir ki bir tane hariç -hatta o bile dahil- sevdiğim kız olmamıştır ki eline kitap almamış, sanatla kendini yoğurmamış, çok yürümemiş, müzelerde gezmemiş, mezarlık tangosu oynamamış olsun. Bunların kimileri tamamen bu tarafa yönelmiş olsa da kimileri aynı zamanda hayatı yaşayabilen, bazı bazı bebek kızca tutkuları olan ama aynı zamanda okuyan tiplerdir.
Belki başka şartlar altında karşılaşsaydık evlenebileceğim insanlardan Çekyalı bu son tarza giriyor. Kendisi harika yemek yapmasına karşın popüler restoranlara gitmeyi de ihmal etmez, insanlarla iken telefonuna bakmaz ama gelen yemeğin fotoğrafını da çeker, ararsınız yanıt vermez sonra bir bakmışsınız görüntülü aramış, magazin dergilerinde kaybolsa da esaslı edebiyat nedir bilir, arkadaşları erkek olsa da yüzde doksanı gaydir. Yani, bir kalıba oturtmaya çalışsanız olmayacak, sığ gördüğünüz yerde derinleşebilen, derinleştiği yerde pek sığlık taslayan, aslında belki de hepimiz gibi olan ama bunu saklamayan bir kadın, zaman zaman da küçük bir kız çocuğudur kendisi. Bir gün evinin balkonunda, çok da eğlenemediğimiz yahut eğlenmeye çıkmadığımız günün gecesinde bir cigara sarmıştır bana, ben hileli içiyorumdur azıcık dışarı dışarı kaçırarak dumanı -bilirim çünkü bol ot doldurur içini- sorar bana en sevdiğin roman ne diye.
Kem küm ederim, hem roman çok sevmediğimden hem de birini seçemediğimden. Ama yine bilirim ki karşı taraf kararsızlığı sevmez, en çok da kendileri kararsız olanlar sevmez, sözgelimi ben kararsızlığımı severim çünkü kararsız değilim. Her neyse, demin de saydığım nedenlerden ötürü, bileceğinden emin olduğum yazarı yani Orhan Pamuk’u seçer, Kara Kitap derim. Anlatırım olup biteni. İstanbul, Masumiyet Müzesi ve Kar’ı biliyordur yalnızca çünki. Senin ne derim bu defa otu güzelce içime çekip, hilesiz yanıt beklerim. En çok hilesiz yanıt bekleyenler de cevaplarında en çok hile yapanlardır hem. Benim düşündüğüm gibi mi düşünür de bu cevabı verir bilemem: Milan Kundera, Varolmanın Katlanılmaz Hafifliği. (Elbette Fatih Özgüven böyle çevirseydi yani.)
Hemen seneler öncesine giderim, Mızlı ile ortak kitaplarımızın olduğu daha önceden de bahsettiğim o eve. Kitap benim miydi onun mu? İlk ne zaman okumuştum, eğer onunki o ise, benimkine ne olmuştu? Ben mi ona almıştım, aman be derim sonra, kaybolmuşuz zamanın içinde. Ama o evde ilk -ve bir hafta önceye dek son- kez okuduğum kitaba gider aklım. Tomas, Teraza, Sabina ve Franz… Bunlar benim de dostlarım değil miydi? Zaten Çekyalı da savaştan kaçan ailesini kitaptaki hayatlarla, doktor olan babasını Tomas ile özdeşleştirmiyor muydu? Kendi içinde Tereza iken, Sabina olmaya çabalamıyor muydu? Herhâlde üç hafta kadar önce beni düşünmüş olmalı dedim bütün bu düşünceler zorlarken zihnimi. Öyleydi böyleydi…
Ücretli bir mezarlıkta bitirdim ikinci kez romanı, geriye -Kundera’nın hâlâ yaşıyor olmasının anısına- aşağıda bırakacağım alıntılar, bir de birazdan noktalayacağım bu anlatı kaldı.
***
*Ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.
*Franz uykuya dalarken düşünceleri berraklığını kaybetmeye, bulanmaya başladı. Yemekteki gürültülü müziği hatırladı ve kendi kendine, “Gürültünün iyi bir yanı var. Sözcükleri boğuyor,” dedi. Ve birdenbire, bütün yaşamı boyunca konuşmaktan, yazmaktan, konferans vermekten, cümleler kurmaktan, düşüncelerine biçim vermeye çalışıp onları düzeltmekten başka bir şey yapmadığını fark etti; öyle ki, sonuçta bütün sözcükler kesinliğini kaybetmiş, anlamları silinmiş, içerikleri yitmiş, çerçöpe, samana, toza, kuma dönüşmüştü; beyninde dört dönerek, beynini cırnaklayarak, uykusuzluğu illeti olmuşlardı. İşte o anda, belli belirsiz ama bütün gücüyle özlediği şey, uçsuz bucaksız bir müzik, mutlak bir ses, hoş, mutlu, her şeyi sarıp sarmalayan, her şeyin üstesinden gelen, pencereleri zangırdatan, acıyı, boşunalığı, sözcüklerin kendini beğenmişliğini bir daha geri dönmemecesine silip götüren tekdüze bir tekrar oldu. Müzik cümlenin olumsuzlanmasıydı, müzik sözcüğün karşıtıydı! Sabina’yla bir kere daha uzun uzun kucaklaşmayı, başka tek bir cümle, tek bir sözcük bile söylememeyi, orgazmını müziğin coşkun, cümbüşlü gümbürtüsüne katıştırmayı diledi. Ve bu gönendirici, düşsel gürültü patırtı ona bir ninni gibi geldi, uykuya daldı.
*”Kitapları gündüz kitapları – gece kitapları diye ikiye ayırmaya orada başladım,” diye sözünü sürdürdü karısı. “Gerçekten de, gündüz okunsun diye yazılmış kitaplar vardır, bir de sadece geceleri okunabilecek olanlar.” Şimdi herkes şaşkınlık ve hayranlık içinde ona bakıyordu; daha doğrusu hala parmağını tutan ve kazayı düşünerek yüzünü buruşturan heykeltraş dışında herkes.
Marie-Claude heykeltraşa döndü ve sordu: “Stendhal’i hangi kategoriye sokarsın?”
Heykeltraş soruyu duymamıştı, sıkıntılı sıkıntılı omuzlarını silkti. Onun yakınında duran bir sanat eleştirmeni Stendhal’i gündüz okuması saydığını söyledi.
Marie-Claude başını salladı, buğulu sesiyle, “Hayır, hayır, yanılıyorsun! Yanılıyorsun! Stendhal gece yazarıdır,” dedi.
Franz, çıkagelmesi an meselesi olan Sabina’yı beklediği için gündüz sanatı -gece sanatı tartışmasına pek katılamıyordu.
*Sabina için gerçek yaşamak, ne kendi kendimize ne de başkalarına yalan söylemek, ancak insanlardan uzak olunduğunda mümkündü; yaptığımız işlere başkasının gözü değdiği an, ister istemez o göze hoş görünmeye çalışırız ve yaptığımız hiçbir şey dürüstçe olmaz. Bizi seyreden birilerinin olması, bizi seyredenleri bir türlü aklımızdan çıkaramamak, yalanlar içinde yaşamak demektir. Sabina, kişilerin kendilerine ve dostlarına ilişkin bütün sırları eleverdikleri edebiyat türünü aşağılık bulurdu. Gizliliğini kaybeden her şeyini kaybetmiş demektir, diye düşünürdü Sabina. Hele bundan kendi iradesiyle vazgeçen kişi canavardı. Sabina’nın yaşadığı aşkı gizli tutmaktan en ufak bir acı duymaması da bundandı işte. Tam tersine, ancak böyle davranarak gerçek yaşayabilirdi o.
* “Söz veriyorum.”
Adam, “Senin bana söz verdiğini duymak çok hoşuma gidiyor,” dedi, gözlerinin içine bakmayı sürdürerek. Oynaşma başlamıştı; olasılık kuram çerçevesinde, gerilim çerçevesinde de kalsa, karşısındakini cinsel yakınlaşmanın olası olduğunu sanmaya götüren o davranış biçimi…
*”Burası çok sade bir yer,” dedi mühendis. “Umarım iç karartıcı bulmazsın.”
Tereza, “Hayır, hiç bulmam,” dedi kitap raflarıyla dolu duvara bakarak. Adamın çalışma masası yoktu, ama yüzlerce kitabı vardı. Kitapları görmek Tereza’nın hoşuna gitti ve içini bir veba gibi kemiren gerginlik biraz olsun dindi. Çocukluğundan beri, kitapları gizli bir kardeşlik bağının işaretleri olarak görmüştü. Böyle bir kütüphanesi olan adam ona zarar vermezdi herhalde.
*Terk edilmiş çocuk imgesi giderek Tomas’ın çok sevdiği bir şey oldu ve Tomas sık sık içinde bu imgenin yeraldığı eski efsaneler üzerine düşünmeye başladı. Sofokles’in Oedipus’unun çevirisine el atarken de aklında bu vardı anlaşılan.
*Çok sayıda kadının peşinde koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz. Bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini bekler. Ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranır.
Birincilerin saplantısı ‘lirik’tir; kadınlarda aradıkları şey kendileri, kendi idealleridir ve bir ideal tanımsal olarak hiçbir zaman bulunamayacak bir şey olduğuna göre, tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrarlar. Onları kadından kadına sürükleyen şey, kararsızlıklarına bir tür romantik özür sağlar, öyle ki birçok duygusal kadın onların bu gemi azıya almış çapkınlıklarında dokunaklı bir yan bulur.
İkincilerin saplantısı ‘epik’tir, ve kadınlar bunda en ufak bir dokunaklı yan görmezler; erkek, kadınlara öznel bir ideal yansıtmaz ve onun için her şey ilginç olduğundan, hiçbir şey hayal kırıklığına uğratamaz. Bu hayal kırıklığına uğrayamama özelliğinde rezilce bir yan vardır. Epik çapkının saplantısında kefaret yanının (hayal kırıklığı yoluyla ödenen kefaret) eksik olması insanların gözüne batar.
Lirik çapkın hep aynı tip kadının peşinden koştuğu için, bir sevgiliyi ötekinden ayıranın ne olduğunu görmeyiz bile. Dostları sürekli olarak onun sevgililerini birbiriyle karıştırıp, aynı adla çağırarak yanlış anlamalara neden olurlar.
Bilginin peşinde olan epik çapkınlıklar ise (elbette, Tomas onların safında yeralıyordu) çarçabuk bıktıkları alışılmış kadın güzelliğinden yüz çevirirler ve kaçınılmaz olarak birer garabet koleksiyoncusu olup çıkarlar. Bunun farkındadırlar ve biraz da utanırlar bu durumdan; öyle ki dostlarını zor durumda bırakmamak için, sevgilileriyle insan içine çıkmaktan kaçınırlar.
*Ama kapılar kapalıydı. Tomas’ın şiirsel belleğinde ona yer yoktu. Ona yalnızca kilimin üzerinde yer vardı.
Tomas’ın Tereza serüveni tam öteki kadınlarla olan serüvenlerinin bittiği noktada başlamıştı. Onu baştan çıkarıştan baştan çıkarışa sürükleyen içsel zorunluluğun öteki yüzünde yeralıyordu bu serüven. Tereza’da hiçbir şeyi açığa çıkarmak arzusu duymamıştı. Tereza ona apaçık gelmişti. Daha, uzanmış yatan dünyayı yarıp açmakta kullandığı hayali neşteri eline almaya fırsat bulamadan sevişmişti Tereza’yla. Daha, sevişirlerken neye benzeyecek acaba diye merak etmeye fırsat bulamadan aşık olmuştu ona.
Aşklarının hikayesi ancak bunun ardından başlamıştı: Tereza hastalanıp yatağa düşmüş, Tomas da onu ötekiler gibi tutup eve gönderememişti. Yatağında uyurken başucunda diz çökmüş, onu birilerinin sazdan bir sepete koyup nehir aşağı, kendisine yolladığını geçirmişti aklından. Önceden de söyledim, eğretilemeler tehlikelidir. Aşk bir eğretilemeyle başlar. Yani bu şu demektir ki, aşk bir kadının, dilindeki ilk sözcükle şiirsel belleğimize girmesiyle başlar.
*Bir sessizlik daha oldu. Tomas’ın oğlu bozdu sessizliği. “Düşünceler de hayat kurtarabilir.”
Oğlanın yüzünde kendi ağzını seyrederken, insanın kendi dudaklarının seyirdiğini görmesi ne kadar tuhaf, diye düşündü Tomas.
“Yazdığın şeyin en iyi yanı neydi biliyor musun?” diye sözüne devam etti oğlan; Tomas onun konuşmak için ne büyük çaba harcadığını görebiliyordu. “Uzlaşmayı reddetmen. Kesinkes, bu iyidir şu kötüdür, diyebilmen; bu artık kaybetmeye başladığımız bir özellik. Kendini suçlu hissetmek ne demektir, bunu unuttuk kaç zamandır. Komünistler Stalin tarafından aldatıldıkları bahanesine sığınıyorlar. Katiller anaları tarafından sevilmedikleri bahanesine. Ve birden sen ortaya çıkıp ‘özür mözür yok,’ diyorsun. Kimse, ruh ve vicdan olarak Oedipus’tan daha masum olamazdı. Ama gene de yaptığını anlayınca kalktı kendi kendini cezalandırdı Oedipus.”
Tomas gözlerini zorla oğlunun ağzından çekti, bütün dikkatini editöre vermeye çalıştı. Sinirlenmişti, içinden onlarla tartışmak geliyordu. “Ama bunların hepsi bir yanlış anlama, o kadar! İyi ile kötü arasındaki sınır korkunç derecede bulanık.”
*Bu görüntüden doğdu Tomas. Önceden de söylemiştim, roman kişileri insanlar gibi kadından doğmazlar; yazarın henüz hiç kimse tarafından keşfedilmediğini ya da hakkında önemli bir şey söylenmediğini düşündüğü temel bir insani olasılığı bir fındık kabuğunun içine sığdıran bir durum, cümle ya da eğretilemeden doğarlar.
Ama bir yazarın ancak kendini anlatabileceği de doğru değil midir?
Elinden hiçbir şey gelmeksizin, ne yapacağını bilemeden bir avlunun karşı tarafındaki duvara dalıp gitmek; bir aşk anında karnındaki inatçı gurultuya kulak vermek; ihanet etmek, ama ihanetin göz kamaştırıcı yolunu terk edecek gücü kendinde bulamamak; Büyük Yürüyüş’te kalabalıklarla birlikte yumruğunu havaya kaldırmak; gizlenmiş mikrofonlar önünde espri gösterisi yapmak -bu durumların hepsini tanıdım, hepsini yaşadım, ama bunların hiçbirinden benim kişiliğim, benim özgeçmişim doğmadı. Romanlarımdaki kişiler kendime ilişkin gerçekleşmemiş olabilirliklerdir. Onlardan eşit derecede hoşnut olmam ve dehşete düşmem de bu yüzden.
Her biri benim ancak kenarında dolaştığım bir sınırı aşmıştır.
Bana en çekici gelen şey bu aşılmış sınırdır (ötesinde kendi ‘ben’imin sona erdiği sınır). Çünkü romanın sorguladığı sır o sınırın ötesinde başlar. Roman yazarın itirafları değildir; bir tuzak haline gelmiş dünyamızda yaşanan insan yaşamının araştırılmasıdır. Bu kadarı yeter. Biz gene Tomas’a dönelim. =)))
*Başkaları susturulurken kişinin sesini yükseltmesi doğru bir davranış değil miydi? Evet, doğru bir davranıştı.
*”Platon’un Şölen’indeki ünlü efsane aklına geldi ansızın: Tanrı onları ortadan ikiye ayırıncaya kadar bütün insanlar hermafroditti, o zamandan beri bu yarılar birbirlerini arayarak dünyanın dört bir bucağında gezinip duruyorlar. Aşk kaybettiğimiz yarıyı özleyişimizdi işte.
Diyelim ki gerçekten öyledir; dünyanın herhangi bir yerinde her birimizin bedeninin öteki yarısını oluşturan bir eş vardır. Tomas’ın öteki yarısı rüyasını gördüğü genç kadındı.
Ne çare ki, insan öteki yarısını kendisi bulamaz. Bunun yerine, saz sepette bir Tereza gönderilir ona. Peki gene de, daha sonra kendisi için kararlaştırılmış olan kişiyle, öteki yarısıyla karşılaşırsa ne olur? Hangisini yeğlemelidir? Saz sepetten çıkan kadını mı yoksa Platon’un efsanesindeki kadını mı?
Rüyadaki kadınla ideal bir dünyada yaşarken gözünün önüne getirmeye çalıştı kendini. İdeal evlerinin önünden geçip gittiğini görüyor Tereza’nın. Tereza yalnız ve gözlerinde sonsuz hüzünlü bir ifadeyle durup, içeriye ona bakıyor. Onun bakışlarına dayanamıyor Tomas. Yeniden, onun acısını kendi yüreğinde duyuyor. Yeniden, sevecenliğe yenik düşüyor ve Tereza’nın ruhunun ta derinliklerine kadar batıyor. Pencereden atlayıp dışarıya çıkıyor, ama Tereza Tomas’ı hep kızdırıp sinirlendiren o ani, sert hareketlerle kendini nerede mutlu hissediyorsa orada kalmasını söylüyor acı acı. Tomas onun seğiren ellerini tutuyor ve sakinleştirmek için kendi ellerinin arasına bastırıyor. Ve zaman zaman mutluluğunu yaşadığı evi bırakıp gideceğini, zaman zaman cennetini ve rüyasındaki kadını terk edeceğini Tereza’yla, altı gülünç rastlantıdan doğan kadınla kaçıp gitmek için aşkının ‘Es muss sein!’ına ihanet edeceğini biliyor o anda Tomas.
*Ölmekte olan güne karşı ışıl ışıl parlayan iki pencerenin görüntüsü Sabina’nın içini burktu. Bütün yaşamı boyunca kitsch’i düşman bellemişti. Ama gerçekte onu hep yanında taşıyıp durmamış mıydı? Onun kitsch’i de huzur, sessizlik, uyum dolu, canlı bir anneyle bilge bir babanın kanatları altında bir yuvaydı. Anne-babasının ölümünden sonra biçim kazanan bir görüntüydü bu. Yaşamı rüyaların bu en tatlısına ne kadar az benzerse, bu görüntünün büyüsüne karşı o kadar duyarlı oluyordu; duygusal filmlerdeki hayırsız kızlar ihmal edilmiş babalarına sarılır, aynı anda mutlu ailenin yaşadıkları evin pencereleri ölmekte olan güne karşı parıldarken az mı ağlamıştı.
Yaşlı adamla New York’ta tanışmıştı. Adam zengindi, resim seviyordu. Yaşlı karısıyla birlikte taşrada bir evde oturuyordu. Evle karşıkarşıya ama gene yaşlı adamın arazisi üzerinde eski bir ahır vardı. Onu Sabina için bir atölyeye dönüştürmüştü; oturur, günlerce Sabina’nın her fırça darbesini izlerdi. Şimdi üçü birlikte yemek yiyorlardı. Yaşlı kadın Sabina’ya ‘kızım’ diyordu, ama görünürdeki bütün ipuçları kişiye tam tersini düşündürebilirdi; yani Sabina’nın anne olduğunu, iki çocuğununsa ona bayıldıklarını, ona taptıklarını, ağzının içine baktıklarını… Öyleyse, kendisi, yaşlılığın eşiğinde, çocukluğunda kendisinden koparılıp alınan anne-babasını mı bulmuştu? Yoksa, sonunda hiç doğurmadığı çocuklarına mı kavuşmuştu? Bunun bir yanılsama olduğunun elbette farkındaydı.
*Tümüyle benliksiz bir aşktı bu; Tereza, Karenin’den bir şey istemiyordu; onu sevdi diye karşılığında, kendisini sevmesini bile beklemiyordu. Üstelik hiçbir zaman kendi kendine; insan çiftlerine yaşamı zehir eden soruları da sormamıştı: Beni seviyor mu? Benden daha çok sevdiği bir başkası var mı? Benim sevdiğimden daha çok seviyor mu beni? Aşkı ölçmek, sınamak, denemek ve kurtarmak için aşka yönelttiğimiz bütün bu sorular belki de her şeyin yanısıra aşkı kısaltmaya da yarıyor. Belki de sevemememizin nedeni çok sevmek istememiz, yani karşımızdaki kişiden hiçbir istekte bulunmaksızın, ondan onunla birlikte olmaktan başka bir şey istemeksizin kendimizi ona verecek yerde ondan bir şey (aşk) talep etmemizdir.
Bir şey daha var; Tereza, Karenin’i olduğu gibi kabul etmişti; onu kendi imgesinde yeniden yaratmaya çalışmamıştı; daha işin başından onun köpek yaşamıyla uzlaşmış, onu bu yaşamda yoksun etmeye çalışmamış, kendine özgü gizli kapaklı işlerini kıskanmamıştı. Onu eğittiyse, bu onu dönüştürmek için (kocanın karısını ya da karının kocasını yeni baştan yaratmaya çalışması gibi) değil, ona birlikte yaşamalarına ve anlaşmalarına yarayacak temel dili öğretmek içindi.
Sonra şu da var: Hiç kimse onu Karenin’i sevmeye zorlamamıştı; köpek sevmek insanın kendi isteğiyle olur. Tereza yeniden annesini hatırladı ve aralarında olup bitenlerden pişmanlık duydu. Annesi köydeki adsız sansız kadınlardan biri olsaydı, onun o sereserpe bayağılığını sevimli bile bulabilirdi.