Taşınmak zorunda kalmak zannediyorum içten içe mutlu ediyor beni.
*
O en alakasız yerlerde ortaya çıkan, ilk anda ne hatırlatması gerektiği kestirilemeyen objeler… Ardından kendi kendine oynanan, bu bok püsürlerin kimlerden geldiğini, hangilerinin ne türlü manalar yüklenip saklandığını bilmeye çalışma oyunu… Hat’ra gelmeyenlerle hiçbir şey hissetmeden, gözünü kırpmadan vedalaşmak.
Kitapları kolilemek… Binlerce yıl önce alınıp okunmadan unutulanları bir kenara ayırmak… Taşınana dek hepsini okuma sözleri vermek… Gecesine, ilk el atılan kitabın aslında önceden okunup unutulduğunun ayırdına varmak… Zaten verilen sözlerin de tutulamayacağını bilmek… O alışılageldik rahatlık.
Kolilerin saçma sapan ağırlığı, ve hatta kolilerin bulunamaması, ve pahalılığı, ve daha fazla koli diyerek uzatabilecek o süreç… Birden epey uğraş gelse de, şuncacık yer kapladığını görmek dünyada. Tam üzülürken, bazı bazı öykülere rastlamak…
*
Sözgelimi 10 yaşındasınız. Yarısı ajanda yarısı fihrist bir defter verilmiş size. (Belki de üstüne yatmışsınız.) Hiç de beklemeyeceğiniz şekilde içinin dolu olduğunu görmek gözlerinizi yaşartıyor. Sonra kızıyorsunuz, eski size hiç mi hiç güveninizin olmayışına. (Ne diye saklayacaktınız yoksa?) Birden hak vermiyor da değilsiniz ama, siz bir istifçisiniz aslında.
Önce fihristi karıştırıyorsunuz mesela. Adı ve soyadı olanların şimdiki hâllerine bakıyorsunuz. Büyük adam olacağını tahmin ettiklerinizde, iyi aile çocuklarında yanılmadığınızı görüyor, gülümsüyorsunuz. Soyadlarını zaten ezbere bildiğinizi düşündüğünüz kişilerin telefon numaralarına bakıyor, bu numaralardan onlara artık ulaşılamayacağına üzülüyorsunuz. Çünkü sizin için ulaşmak değil önemli olan, istediğinizde ulaşılabiliyor olmaları…
Sonra bir gülme alıyor sizi: Anne, teyze ve babanızı isimleriyle yazmışsınız. (Babanızda iş diye ayrı bir satır da mevcut.) Büyük halanıza, anneanne ya da babaannenize gelince, bu defa onları isim+soy isim şeklinde kodlamışsınız. Kahkahalar atıyorsunuz. Hâlâ insanları bu şekilde telefonunuza kaydettiğinizi anımsıyorsunuz… Ne çok şeyler değişmiyor.
*
Anneanne, teyze ve annenizin geçmişine dair notlar almışsınız, fihristin arasından düşüyor. Demek 10 değil, 9 yaşındaymışsınız.
Evet, evet anımsıyorsunuz. Bu küçük, beyaz, kare sayfalar nanenizin telefonunun yanında dururdu. Masanın üzerinde de yazmayı pek sevdiğiniz o ince, döndürülüp açılan tükenmez kalem… Onunla yazmıştınız. Yazmayı, hikâye ve anıları seviyormuşsunuz. Ne çok şeyler değişmiyor.
Anneniz kendi hikâye anlatıcılığına güvenmediği yahut annesinin hakkında söyleyeceklerini merak ettiğinden susmuş… İsteye isteye doğurduğu kızının küçüklüğünde lacivert gözlü olduğundan bahsetmiş nane. Bu sözlü edebiyat karşısında ağzınız bir karış açık…
Teyzenizin doğum tarihini yazarken önce içinde bulunduğunuz senenin tarihini atmış, sonra üzerini çizmeyip direkt değiştirmişsiniz. Bunu eşek kadar olduktan sonra bile, bilhassa sınavlarda, daha binlerce kez yapacak olacağınızı bilmeden, o an kendinize sinirlenmiş oluşunuz aklınıza gelmiş… Gülümsüyorsunuz. O çocukla barışmak istiyorsunuz.
Anneanneniz mesleğini “Kuran” diye yazdırmış. Gülesiniz diye. Ve siz gülesiniz diye, sırf siz GÜLESİNİZ diye ne türlü şaklabanlıklar yapmış, size ne hikâyeler anlatmış… Biraz ağlayacak gibi oluyorsunuz. Okumaya devam ediyorsunuz: Doğal gaz yaptırıp parasını bitirmiş, badana yaptıramadığına üzülmüş…
Şimdi belki de kendinize uygun bir ev bulamayıp, o artık olmayan evin bulunduğu arsaya dönecek olmanıza, kaderinize, tam da bu anda ortaya çıkmasına içerliyorsunuz yazıların.
*
Adres satırına semt ve il adı eklememişsiniz. Herkesin sizin etrafınızda ve gördüğünüz kadar olduğu inancınıza bayılmışsınız. Notlar alıyorsunuz.
Şimdi sorsalar hiçbir zaman sevmediğinize yeminler edebileceğiniz futbolcu isimleri, sizinle, şu anki kendinizle dalga geçercesine daha ilk sayfasında ajandanın… Kimleri kimleri daha en başında, ne kadar sevdiğinizi ama ne kadar da hayal kırıklıklarına uğrayarak bunları inkâr ettiğinizi düşünüyorsunuz sonra. Ne çok şeyler değişmiyor.
Sanki hatırlayacakmışsınız gibi sevdiğiniz insanların doğum günlerini kayıt altına almışsınız. Kendi doğum gününüzü ise üç defa, farklı stillerde (el yazısı/italik/normal) yazmışsınız. Gülüyorsunuz.
O zamanlar korkmanıza rağmen, dayınızın doğum gününü de not aldığınızı gördüğünüzde içiniz cız etmiyor değil. Önünüzdeki yıldan tezi yok, mezarlığı o gün muhakkak ziyaret edeceğinize dair sözler veriyorsunuz. Tutmalı.
*
8 Şubat’ı ölüm yıl dönümünüz olarak kaleme almışsınız. Anlam veremiyor, gülüyorsunuz. Ama içinizi de sıkıyor… Ne üzdü acaba bebek çocuk bunca seni? Bu üzülmeler ne zaman başladı?
14 Şubat, sevgililer günü, sizin için “güzel”miş. Yoksa diyorsunuz, o gün çıkma teklifi mi etmiştiniz birine? Cansu dalgası mı yoksa?
17 Nisan’ı karalamışsınız… Aşkınız okul değiştirmiş belki.
Sonra bir de hatırlıyorsunuz ki, 2020’de yazdığınız o Cansu hikâyesinin sonunu aslında siz yaşıyorsunuz… Tam da şu an.
Şimdilerde yazdığınız o tipler, hep o sevgililer gününden, dudaktan öpüşme hayallerinden kalma. Belki de tokadı yemiştiniz… Okul değiştirmeler, “sorunlar” baş göstermişti artık. Ve belki de bu taşınmaları, değiştirmeleri, değişiklik ve yemeleri sevmeleriniz de aynı sebepten.
Sonra bunları, yarınlar yokmuşçasına blogunuza yazıyorsunuz… Belki de çoktan bir öykü bulmuşsunuz.