Kasım ayı birçok şey: Atatürk, öğretmenler, doğum günüm, sevdiğim bir film ve Aybüke. Aybüke benim kişisel meselemdir. (Kişisel gerekli mi emin değilim.) 2018’de kendisinden biraz biraz bahsetmiştim. Ama nasıl ki iyi öykülerin sihri bahsettiklerinden çok aslında bahsetmediklerinde ise, Aybüke de benim için öyleydi. Geçmiş zaman kullanıyorum çünkü anlayacağınız üzere bugün kendisinden bahsetmeye karar verdim.
Aybüke’yi kafaya taktığımı biliyordum ama içime bu kadar işlediğinin farkında değildim. 2017 yılından beri, bihassa kasım ayında ismini yazarken buluyorum kendimi arama motorlarına… Bundan birkaç gün önce yine ismini aratmış fotoğraflarına bakar, şarkılarını dinlerken -itiraf etmeliyim ki- çok da şaşırarak hayatının filme aktarıldığı haberine geldim. İsmi, kendisini bilenler için çok güzel ve özel: “Aybüke: Öğretmen Oldum Ben!” (Kaldırılana kadar şuradan izlenilebilir.)
Neden şaşırdım, çünkü vefatının üzerinden epey geçti. Neden şaşırdım, çünkü yine ve yeniden ülkemizde konjonktür değişti. Filmi kentsel dönüşümcülerin karot alma ayağına gelip evimi talan ettiği günde izleme gereği duydum. (Bu elbette ağlama, hatta yazı yazma ihtiyacından da ileri gelmiş olabilir.)
Salt film olarak bakıldığında pek çok eleştiriye açık. Ama sadece film midir izlenilen, orada meselemiz biraz başka sanırım. Yine de hadi şunları da aradan çıkaralım da asıl yazacağımıza odaklanalım diyorsak film hakkında şunları bir çırpıda sıralayabilirim.
-‘ler:
*TRT’de bir televizyon filmi olarak yayınlanmasından ötürü olduğunu düşündüğüm, şu anki Bahçeli&Özel&Apo flörtünden önce çekildiği için yer yer gösterişe kaçan milletperverlik,
*Sanki bir mini dizi şeklinde birkaç bölümden ileri gelse daha güzel olurmuş hissi,
*Birtakım oyunculuklar.
(En azından beni şaşırtan) +’lar:
*Yine TRT’de olmasına rağmen gayet açık açık gösterilen Atatürk imajları,
*Devletin aslında bölgede yetersiz kaldığını bilerek yahut bilmeyerek kabul etmesi,
*Bazı oyunculuklar,
*Cesaret.
Amma ve lakin, bu bloga tam şu anda denk gelmediyseniz çoktan biliyorsunuz ki bütün bunlardan ötürü değil bir şeyler zırvalama nedenim. Bana dokunan, hatta hiç abartmadan söyleyebilirim ki zoruma giden bir mesele var Aybüke’nin hikâyesinde. Büyümek ile ilintili. Büyüyüp kendini, ideallerini unutmayla ilgili, bencillikle ilgili.
***
Bana çocukluk gibi gelen (:öyleymiş gibi gelmek) ilk gençlik yıllarımda, ileride hayatımın hiçbir döneminde -özel dersler hariç- ceketli meketli, sınıf yönetmeli öğretmenlik yapacağımı düşünmezdim. Ancak 3 yıl yalnızca bu işi yaptım. İnsanlar, arkadaşlarım, bu işi yeniden yapmak istediğimi söylediğimde bana deli gözüyle bakıyor. Onları anlayabiliyorum. Ancak anlayamadığım, hiç tecrübe etmediği durumlar hakkında insanların bu denli keskin yargılarının oluşu. Buna aklım, evvelim ermiyor.
Dünyanın en zor ve en güzel mesleği öğretmenlik. Zorluğu aldığı maaş, güzelliği sınıfta öğretmenin kendi krallığını ilan etmesinden ötürü değil. İkisinin cevabı da aynı aslında: Öğrenciler. Öğrenciler o kadar harika ki, başka meslekler sizi asla tatmin etmiyor. Çünkü hem beraber çocuk (sizden büyük bile olsalar, öğrenen herkes çocuktur) oluyorsunuz, kendinizi anımsıyorsunuz. Size yapılmayanı yapmaya, yapılanı yapmamaya çalışıyorsunuz hem de sürekli kendinizi keşfediyorsunuz.
Hep aynı örneği veriyorum ama İngilizce öğrenmek için sınıfımda bulunan bir kişi bile, ötekilerden hiçbiri umut vaad etmese bile size umut olabiliyor. Sizi olabileceğinizin en iyisi olmaya itebiliyor. Çünkü herhangi bir beyaz yakadan başka, siz bir şirket adına değil, aslında birinin hayatı/meselesi uğruna çalışıyorsunuz. Onları tanıyor, onlara ısınıyorsunuz. Bu gerçekten tarifi pek mümkün olmayan bir duygu.
Sözgelimi, hiç de hayatında önemli bir yer işgal ettiğinizi sanmadığınız biri, sadece zamanında ona bir çeşit, ufacıcık bir yol gösterdiğiniz için sizi görmeye gelebiliyor. Önce bir anlamıyorsunuz, beni mi falan diyorsunuz görevlilerden biri bunu size bildirdiğinde. Biraz utanıyor, biraz ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz. Ama orada -artık bilimsel olarak ne deniyorsa- tam o anda, öyle kimyasal reaksiyonlar gösteriyor ki vücutlar, tek istediğiniz o insana sarılmak, Hatırlamaz olur muyum, demek oluyor. Bu yüzden de “ben öğretmen olmak istiyorum” diyen kimsenin cesaretini kıramıyor, yaptığı işe müthiş saygı duyuyorum.
Elbette her işte olduğu gibi burada da “kötü” öğretmenler mevcut. Bunlara denk gelmemek maalesef tamamen şans işi. Çok iyi bir yerde çok kötü öğretmenler olabildiği gibi çok kötü yerlerde de kelimenin tam manasıyla ha-ri-ka öğretmenler olabiliyor. Burası bana göre anlayabildiğimiz kısım. İyi ve kötü. Bunları biliyoruz. Çirkin değil ama “daha kötü” olanla bir meselem var. Bunlarla birkaç kez karşılaştım. Hem öğretmenken, hem mesleği bıraktıktan sonra. (Gerçi hiç öğretmenlik yapmamışlar için politik cenahımızda örneklerini görmek bolca mümkün.)
Kimdir mi bu daha kötüler? Öz’ün bugünkü mektubuyla hatırladığım, “kendince” bir şeylerle meşgul olan insanların meşgalelerine burnunu sokan tayfadır en basitinden. Şöyle diyebiliriz: Kendilerinin kötü/mutsuz olduğuyla yetinmeyip, başkalarının da kötü/mutsuz olmasını isteyenlerdir onlar.
Burada elbette iyi nedir-kötü nedirin felsefi derinliğini biraz yadsıyarak konuşuyoruz. Genel iyiye kıyasla, daha kötülük. Örnekle açıklayalım:
Ders dinleyen bir öğrenci: iyi.
Dersi kaynatmaya çalışan öğrenci: kötü.
Dersi dinlemek isteyen öğrenciyi ama ders esnasında laflarıyla, ama çıkışta eylemleriyle “zorbalayan” öğrenci: daha kötü.
Bütün bunların içinde, en iyi ihtimalle iyiye 3’te 1 oranında tutunabilecek ortamda, akli melekelerine hâkim olabilmek herkesin harcı değil. İyiyi istemeye, iyiliğe devam edebilmek hiç kolay değil. (Edemedim oradan biliyor ve bildiriyorum.) Her şeye rağmen direnen, bir şeyleri daha iyiye götürebileceğine inanan insanların bir şekilde sindirilmesi dahi bana çok dokunurken, yetmezmiş gibi öldürülmesi… Bu beni kahrediyor. KAH-RE-Dİ-YOR. Aybüke’nin hikâyesinin beni sarsması da bu yüzden. Belki yaşlarımızın yakınlığından. Belki gülüşünden. Belki yaşayamadıklarından, yaşayamayacaklarından, belki ne ilk ne de son oluşundan. Bilemiyorum. Ama bu “daha kötü”lerle savaşımız hiç bitmeyecek onu biliyorum. Bunu yazmak bile çok zor geliyor ama yazmalıyım:
Biliyorum çünkü… Çünkü ben büyüdüm ama Aybüke büyüyemeyecek. Ne yazık ki iyi, kötü ve daha kötünün karşısındaki gerçek de bu.
Ve konuyu toparlarken tekrar filme, Öğretmen Oldum Ben’e dönmek istiyorum. Bazı filmler işte böyledir. Meselesi olmayanlar için bir şey ifade etmeyebilir. Hatta çekildiği yer, insanlar, hâlâ kendisini hatırlayan bir avuç dışında kimseye hitap etmeyebilir bile. İnsanlar, insanlık için hiçbir ortak değeri, sanatsal zenginliği olmayabilir. Ancak çok, çok, çok özeldir.
Aybüke ile ve Aybüke’siz geçen 7 koca yıl benim için, aklım için, çok ama çok fazla. Seni çok seviyor ve özlüyorum Aybükeciğim. Çok.