Bu yazıların hepsini (bu söyleyeceklerim hariç) aslında çok önce yazdım, ve peyderpey yayımlıyorum. Bu benim otobiyografik seride en sevdiğim etkilendiğim kitap. (Sevgi için biraz başka şeyler devreye giriyor.) Ancak öteki üç kitap üzerine konuştuğum, kendimin sandığım fikirlerin aslında burada olmasına bir o kadar şaşırdım diyebilirim.
*
Soğukluk – Bir dışlanma (Çev. Nadide Amasyalı)
“Her hastalık, ruh hastalığı olarak adlandırılabilir.”
-Novalis
“Her insanlık, ruh hastalığı olarak adlandırılabilir.”
-busterınız, canınız, ciğeriniz, şekeriniz.
Aslında sadece bu kadar yazıp havalı bir çıkış yapacaktım ama olmadı. Novalis’in cümlesini kendi yazdığım gibi okudum binlerce kez, ne güzel yazmış falan dedim… Binlerce… Kez… Ama meğer ben yazmışım. Yani kafamda. Bence 2025’te hâlâ insan kalabilen, insana dair her şey olabilen her birey ve onun hâlleri, “insanlık”ları bir çeşit ruh hastalığı gibi görülüyor.
*
“… Ama pozitif değildim, kendimi bu gizli derneğin asil bir üyesi olarak görmeye hakkım yoktu.”
Değiliz, hiç de olmadık, olmayacağız. Komik olan elbette yer yer kendimizi inanılmaz pozitif hissettiğimizde, bu türden yaşadığımız suçluluklar. Sanki herkes bir şekilde yaydığımız bu aptal pozitifliğimizi hissetmiş de, onlara, yalnızca onlara ait olan o alana girmişiz gibisinden bir his duyumsadığımız.
*
“Artık burada olandan nefret etmiyor, orada, ötede ve dışarıda olandan, bütün diğer şeylerden nefret ediyordum. … Tarihte görülmüş en gereksiz, en anlamsız, en değersiz varlık olarak ben, milyonlarca insanın basbayağı kaçamadığı yerde, neden kuralı bozan bir istisna olup, kaçabileceğime inanabilme ve hatta bir an için bile olsa bunu isteyebilme hakkına sahip olduğumu düşünseydim ki.”
Gene oy dağlarlık cümleler Bernhard’dan. Hastayken, hasta değilken, ruhsal olarak kötü durumdayken yahut çok çok iyiyken gelen, karabasan gibi çöken o sızılar, birden gelen sızlanmalar, ağrılar, o haddini bilmeler zor, çok zor.
*
“Görüşlerim sadece ve sadece dokunaklıydı, acılarım ise salt teatraldi.”
İnsan bazen kendine o kadar yakıştıramıyor ki, o kadar anlatamıyor, içini dökemiyor, anlaşılamıyor ki, nihayetinde acılarını kendi bile teatral görmeye başlıyor.
Kimimiz bu konularda çok profesyonelizdir, bakın sağa sola. Onları hemen bilirsiniz. (Belki de sizsiniz.) Dertlerini patır patır anlatmaya başlarlar, belki aynı konuda dert yandığı onuncu kişisiniz… Belki de onuncu kere aynı derdi anlattığı kişi… Ama kendini teatral bulanlar öyle mi? O kadar tecrübesizdir ki bu dert anlatma işinde doğru kelimeleri yan yana getiremezler, akılları karışır, karşısındakini sıkıp sıkmadığından asla emin olamazlar. Bir süre sonra can kulağıyla dinlemeye çalışan kişiyi de kaybeder, acılarının zaten dinlenmeye değmeyecek, teatral şeyler olduğu üzerinde mutabık kalırlar.
*
“Annem şiirlerimi dinlemek zorunda kalmıştı, onu zorlamıştım, emindim. … Görünürde bu şiirlerden başka bir şeye sahip olmayan, on sekiz yaşında bir zavallının eserleri. Daha o zamanlarda yazmaya sığınmıştım. Yazıyor, yazıyordum, şimdi pek hatırlamıyorum, yüzlerce ve yüzlerce şiir, sadece yazdığım sürece var oluyordum. Şair olan büyükbabam ölmüştü, şimdi yazabilirdim, şimdi kendim şiir yazabilme olanağına sahiptim, şimdi cesaret ediyordum. Şimdi amacıma var gücümle sarıldığım bu aracı bulmuştum, bütün dünyayı şiirleştirerek suistimal ediyordum onu. Bu şiirler değersiz de olsalar, benim için her şey demektiler. Bu dünyadaki hiçbir şey benim için daha büyük bir anlam ifade etmiyordu, artık hiçbir şeyim yoktu, sadece şiir yazma olanağım vardı.”
Kim bilir ben de Melike’yi, Mızlı’yı hatta Arda’yı ne türden yazılar okutmak zorunda bırakmış, belki zorlamıştım. Ya da gittiğim yazı atölyelerindeki o zavallı insanları… Yazık ki insan kendini yazma konusunda pek bilemiyor. Çok bilirse de fazla samimiyetsizleşiyor. Garip bir dengesi mevcut: Hem amatör kalmalı, heves daim olmalı hem de kaçınman gereken şeyleri bilmeli… Zor.
*
“Cenaze arabasının arka kapısının kapanma sesi hala kulaklarımda, bazen duyuyorum, güpegündüz, birdenbire, bugün bile.”
Travmalar için, travmalara rağmen. Babaannen felç oldu, belki de ölecek de dediğim gibi bende. Bugün bile. Birden bire.
*
“Uzun bir zaman sonra yine sevinç duyuyordum, neşeliydim, zamanında varlığımı daha sevindirici bir dünyaya bağlamış olan, koparılmış, bağlarımı yeniden birbirine düğümleyen bir insanı beğeniyordum, uyum, uyumsuzluk, kontrpuan, romantik sözcüklerini, yaratıcılık sözcüğünü, müzik sözcüğünü duymayalı ne kadar uzun zaman olmuştu, bütün bu kavramlar ve diğer binlercesi içimde ölmüşlerdi. Şimdi bunlar yine var olabilmek için düpedüz zorunlu ilgi aniden odakları haline gelivermişlerdi. Fakat bu keyifli ruh halleri, burada hüküm süren ve hiçbir şeyi kendi dışında bırakmayan, büsbütün boğucu melankoli gerçeğini hiç mi hiç değiştirmiyordu; her şey, ama her şey bu boğucu avuntusuzluktu, sabahtan akşama, her günün ilk saatinden son saatine kadar. Ve her şey bu boğucu avuntusuzluk gerçeğine çoktan alışmıştı. Zaman oluyor yeniden dışarı çıkacağıma ve öğrenimime başlayıp şarkıcı olacağıma inanıyor ve kendimi dünyanın en önemli konser salonlarında, en büyük opera binalarında kariyer yaparken görüyordum, fakat zaman oluyor asla iyileşemeyeceğime, asla dışarı çıkamayacağıma, Grafenhof’ta, tıpkı birçokları gibi ruhumu teslim edeceğime, öleceğime, boğulacağıma inanıyordum. Zaman oluyor Grafenhof’tan taburcu edileceğime ve sağlığıma kavuşacağıma inanıyor, fakat yine zaman oluyor, hastalığımın önünün alınamayacağına, çoğu arkadaşımda olduğu gibi, beslediğim tüm umutları boşa çıkaracak bir doğrultuda tutarlı olarak gelişeceğine inanıyordum. Ne düşüncelerim kuraldışı düşüncelerdi ne de hissettiklerim kuraldışı hislerdi. Herkes kendi içinde aynı şeyleri yaşıyordu. Biri daha şiddetli, diğeri biraz daha hafifletilmiş. Biri daha büyük umutlar besliyordu, diğeri biraz daha az. Biri en büyük, diğeri ise daha az büyük bir umutsuzluk içinde boğuluyordu.”
Zaman oluyor büyük bir yazar olacağıma, kitleleri peşimden koşturup dehamın alkışlanacağına, (sonra abartıp) ancak bundan da hoşlanmayıp dağlara, yokluğa, kimsesizliğe kaçacağıma inanıyorum. Ama yine zaman oluyor, tam da şu anda oturmakta olduğum “oyuncu koltuğu”nda, hiç kimseye bir yararım olmadan, hiç duyulmadan, hiç anlatılmadan, hiç içten sevilmeden ve anlaşılmadan geberip gideceğimi düşünüyorum.
*
“Yazma tembelliği. Aklıma geldikçe bu kelimeden nefret ediyordum.”
Bu tembelliğimi yenmek adına ne yapmalı? Pelinpembesine uyup cumadan cumaya yazma girişiminde bulundum. Bir süredir de buna uyuyorum. Yazık ki, depoladığım yazılar da bir sonraki Bernhard yazısı ile bitmiş olacak. Sistemli üretebilen birinden çok anlık fokurdamalar, fışkırmalar, fırlatmalarla yazdığım; coştuğum, delirdiğim, kudurduğum ve profesyonelleşemediğim için yazma tembelliği (herhâlde writer’s block, değilse bile ben bunu da ekleyeyim) olmayan her şey için bu kelimenin kullanılmasına, bu ithamlarla yargılanmama çok çok üzülüyorum, bilesiniz. Henüz anlatılacak bir şeyin olmaması illa tembellikle ilintili değil. Her an kafamda çalışıyorum öykülerimi.
*
“Ağaç kütüğüne oturmuş, o kadar içten sevmek, aynı zamanda da o kadar korkunç bir şiddetle nefret etmek zorunda kaldığım varlığıma bakıyordum.”
En yakın arkadaşımın yazlık anılarını dinledikten sonra ben de kendimi Pelin diye bir sevgilim olduğuna inandırmıştım. Şu basket oynayan kız mesela, benim Pelinim gayet de olabilirdi. Çilli, at kuyruklu, hırslı, erkek basket şortlu bir Pelin. Onunla biz de havuz başında, şezlongda el ele tutuşmuş pekâlâ olabilirdik. Bizden küçüklerin arkamızdan oooolamalarına aldırış etmeden öpüşmüş bile… Pelin’in o kadar Pelin’im olduğuna inandırmıştım ki kendimi, bir süre sonra… Düşününce, hepsini burada anlatmasam ve bu bir öykü olsa daha iyi.
*
“Salzburg’ta kaldığım süre içerisinde boğulup gitmeme hep ramak kalmıştı ve bu süreç içinde kafamda sadece tek bir düşünce olmuştu: intihar. Fakat gerçekten intihar etmek… Hayır, bunun için fazlaca korkak ve her şeye karşı çok fazla meraklıydım. Tüm yaşamım boyunca arsız bir merak içinde olmuşumdur; bu da beni intihar etmekten hep alıkoymuştur. Bu arsız merakım tarafından engellenmeseydim kendimi binlerce defa öldürmüş olurdum. Bütün yaşamım boyunca intihar edenlere karşı duyduğum hayranlığı hiçbir şeye duymamıştım. Her şeyleriyle benden ilerideler, her şeyleri diye düşünmüşümdür hep. Ben ciğeri beş para etmez biriyim ve yaşama bağlıyım; iğrenç ve bayağı, tiksindirici ve alçak, bir o kadar da adi ve alçak. Kendimi öldürmek yerine, her türlü iğrenç anlaşmaya giriyorum, herkesin, ama herkesin karşısında kendimi bayağılaştırıyorum ve pis kokan ama sıcak tutan bir kürke sığınırcasına, bu sağ kalışa, kişiliksizliğe sığınıyordum. Yaşamaya devam ettiğim için kendimi hor görüyorum. Ağaç kütüğüne oturmuş, varlığımın mutlak anlamsızlığını görüyordum.”
Birkaç yazı önce yazdığım şeylerin bir benzeri. Zannediyorum ya akılda kalıyor sevilen şeyler ya da benzer şeyler zaten düşünüldüğü için seviliyor. Bilemiyorum. Bernhard’cığımdan çalmak gibi bir niyetim yoktu. Hiç olmadı, olamaz da. Özür diliyorum.
*
“Dünya hemen hemen her yeriyle tiksinti vericidir.”
Çünkü kendinizi güzel hissedip yürüyüşe çıktığınızda ayağınıza bir sakız yapışabilir, o sakızı çıkarayım derken bir kıza araba çarpabilir, o kızın yerinde o ayağınıza yapışan sakız olmasaydı siz olabilirdiniz diye düşünüp üzerine bir de kendinizi bu düşüncelerden dolayı iyi hissedebilir ve iyi hissettiğiniz için de kendinizden nefret edebilirsiniz. Aslında dünya değil de, dünyayı paylaştıklarımız, değerlerimiz, bunca zamandır inşa ettiklerimiz, kültürümüz tiksinti verici.
*
“Fakat şimdi hepsi öldüler, onlara hesap sormak faydasız ve boş, hayaletlerini yargılayıp onları zindana atmak anlamsız, gülünç, küçük ve bayağı. Dolayısıyla onları rahat bırakıyorum.”
İnsan ailesine karşı bu affetmelerden başka bir yol ne yazık ki seçemiyor. Asena öyle demişti. Babamla yüzleşmek kolay olmadı, affettim onu da… Yaptıklarını, yapmadıklarını… Kalbim ferah. Zannediyorum insanın ölmeden önce yapması gereken şeylerden biri de bu. Vedalaşmak, vedalaşabilmek. Bırakmak. Bırakabilmek. Yoksa 70 yaşındaki üvey amcam da babasının ona yaptıklarından bahsede bahsede gitti, bugün teyzem de hâlâ kendisine yapılan/yapılmayanlardan bahsediyor. Eminim bu satırları okuyan biri de. Ben de öyleyim bazen, merak etmeyin, Asena da olamadım Bernhard da. Boşluğuma geliyor arada, söyleniyorum.
*
“Belli bir süre onlardan biri olmak için çaba harcadım, başaramadım, kendimi tekrar geri çekmek zorunda kaldım. … Onların şaka anlayışları, kayıtsızlıkları, adilikleri bende yoktu, çünkü benim kendi şaka anlayışım, kendi kayıtsızlığım, kendi adiliğim, kendime has sapkınlığım vardı, ki bunlarla kendimi ta başında soyutlamıştım. Karar çoktan verilmişti, mesafe için karar vermiştim, karşı koymak için, buradan çekip gitmek, basit bir biçimde sağlığıma kavuşmak için. … Var olma isteğim, ölüme hazır oluşumdan daha büyüktü, dolayısıyla onlardan biri değildim.”
Hikâyede, ve belki orijinal dilinde de, sağlıklı olmak/olmamakla alakalı edilmiş bu lakırdılar pekâlâ benim beyaz yakalıktan istifa sürecime uygun düşebilir. Ben öyle okudum ve sevdim. Yazar olmamı kabullenme sürecimi, benim de ancak ve ancak bu olabildiğimi, başka hiçbir şeyi istesem de beceremediğimi kabullenme sürecimi.
*
“Ne var elimde? Bu özelliğimi nereden almışım? Öbürünü nereden? Uçurumlarım, melankolim, çaresizliğim, müziğe yatkınlığım, sapkınlığım, kabalığım, duygusal çöküntülerim? Bir taraftan sahip olduğum bu mutlak güveni, öbür taraftan bu korkunç çaresizliği, bu apaçık karakter zayıflığını nereden almışım? Şimdi her zamankinden de çok bilenmiş durumda olan güvensizliğim, onun temeli nerede?”
Buna kaçıngan bağlanma diyorlar. Kaçınganlar narsisist davranışlar da gösteren, fos bir öz güvene de sahiptirler, kendilerini ancak bunun koruyabileceğini düşünür yahut tecrübe etmişlerdir.
Bu deminki lakırdılarım da pandemi dönemi ve sonrası akım sayesinde moda oldu. Belki evde kalmaktan, belki anne baba yanına zorunlu dönüşten. Hem Türkiye hem de dünyada. (Gerçi artık dünya denen bir şey kalmadı ya, herkes bir ve aynı yerde sosyal medya sayesinde.) İnsanların 70 sene önce çalıştığı konular birkaç algoritmanın ucunda. Oralardan çıkıp seni bulmasalar, hiç haberin bile olamayacak. Lafını bile etmeyeceksin ama geldiniz ve gördünüz ki ben bile işim gücüm yokmuşçasına bunlarla geldim, linkler verdim size, bir de bakın diye. Evrimimizde geldiğimiz nokta gerçekten içler acısı.
*
“Sorgulayacağımız kişiyi rahat bırakmak, onu derinden yaralamamak isteriz, dolayısıyla da sormayız, çünkü asıl kendimizi rahat bırakmak ve derinden yaralamamak isteriz. Sürekli, yararsız ve bayağı, komik sorular yönelterek, asıl belirleyici soruları erteleriz; bu belirleyici soruları yönelttiğimiz zaman artık çok geçtir. Hayatımız boyunca, bir soru sıralaması olup bizi karanlığa boğana dek büyük soruları erteleriz. Fakat o zaman çok geçtir artık. Onlara merhametsizce, gaddarca, acımaksızın, aldatmaksızın, sorularımızla işkence çektirmeye cesaretimiz olmalı (sorular yöneltecek olduklarımıza karşı olduğu kadar, kendimize karşı da).”
Yani diyor ki, ben vermedim, sen vermedin bu oyları AKP’ye kim verdi kardeşim hahahah. Gördünüz mü bakın, yine alıntıda bahsedildiği türden asıl sorun yerine “komiklik” yapmayı tercih ettim. Beni boğana dek de böyle devam ettim. Twain’in aptalla tartışmaya girmeyin lafını dinledik, yenildik. Hesap sormadık. Ölen çocuklar, depremler, yangınlar, üstüne ekonomik darboğaz, hiç ama hiçbirinin hesabını sormayıp götümüzü en güzel gösteren postlar atma derdine düştük. Ne kendimize karşı dürüst olabildik (sözgelimi götümü güzel gösteren postlar atma derdine düşmek istiyorum, politikayla ilgilenmek istemiyorum) ne de karşımızda dürüst bir muhatap bulabildik. Çünkü bizim bir duruşumuz olmadı, ama bize oy verenler bir duruşumuz olduğunu düşündüğünden bize oy veriyordu diyemedik. Başkasının taktiğiyle başkasını yenebileceğimizi sandık. Sen de gel, o da gelsin, sen de… Oysa sen orospu çocuğu, bize beş sene önce bunu bunu yapmıştın, şimdi siktir nereye gidiyorsan diyebilseydik belki de bir duruşumuz olduğundan söz edebiliyor olurduk. Ancak iş işten geçtikten sonra, insanlar hapse atıldıktan, teröristler bir bir hapisten çıktıktan sonra… Tıpkı bunları yazmanın bir anlamı olmayacağı gibi, yapılan pek çok şeyin anlamının olmadığı gibi…
*
“Onları okumayı canım istemiş olsa bile elime almaktan iğrenmiştim. Canım hiç okumak istemiyordu. Yazı da yazmıyordum, bir kartpostal bile. Hem, içinde bulunduğum durumda kime ne yazabilirdim ki?”
Şu anda çok şükür hem okuyorum hem de elim kalem tutuyor biraz biraz. Bu sayede düzgün düzgün nefes alıp verebiliyorum (dişlerimi sıkarak değil artık Calvinom), minnettarım. Ancak o zamanlar, artık ne yaşamışsam, altını çizmişim. Kim bilir neler yaşadın güzel bebek, ah canım, ah…
*
“Açık açık hayranlık duyduğum, evet taptığım, bu suratsız, bu itici kişiyle, şu anda göründüğü gibi olduğu için, dışlanmış, nefret edilmiş, itilmiş olduğu için…”
Tam da böyle olmaz mı bu bazen? Sözgelimi, Nicholas Nickleby’deki Smike’ı sırf bu yüzden kendimize/canımıza/kanımıza daha yakın bulmaz mıyız? Batman Animated Series’de bir bir açıklanan kötülerin kötü oluş sürecinden sonra, kimilerine ısınmaz mıyız? Bazı insanlara duyduğumuz hayranlıkların sadece ve sadece bu ölçekte bir karşılığı olduğu için, hatta bazısına sırf böyle diye daha fazla güvenmez, daha da fazla sevmez miyiz?
*
“Yazabilecek durumda olmalarına karşın hiç yazmadılar bana; onları bundan alıkoyan ölüler gömüldüğünden yazmamak için hiçbir bahaneleri yoktu artık, bir nedenleri vardı. Hiç mektup almadım, hiç beklemiyordum da. Verlaine ve Trakl’da yoğunlaştım ve Dostoyevski’nin Ecinniler’ini okudum; böylesine doyumsuz ve radikal ve böylesine kalın bir kitabı yaşamımda daha önce hiç okumamıştım. Sersemlemiş, bir süre Ecinniler’in içinde kendimden geçmiştim. Geri döndüğümde, korkunç bir hayal kırıklığına, dehşet verici bir uçuruma düşeceğimden emin olduğum için bir süre hiçbir şey okumak istemedim. Haftalarca her türlü okumayı reddettim. Ecinniler’in müthişliği beni güçlendirmişti, yol göstermişti, bana doğru yol üzerinde olduğumu söylemişti; dışarıya yabancı ve büyük bir yapıt tarafından, kendim de içinden bir kahraman olarak çıkayım diye çarpılmıştım. Daha sonraki yaşamımda, bir yapıtın üzerimde bu kadar müthiş bir etki bırakmış olması pek sık yaşanan bir şey olmadı. Köyden satın aldığım küçük kâğıt parçalarına, bana önemli gözüken belirli tarihleri, belirleyici yaşam noktalarını dökmeye çalışıyordum. Şu anda bu kadar net olanın, ansızın bulanıp kaybolmasından, ansızın olmayacağından, belirleyici olayları, varoluş korkunçluklarını, gülünçlükleri vesaireyi, unutkanlığın zifiri karanlığından kurtarma gücüne artık sahip olamayacağımdan korkuyordum. Bu kâğıtlarla, kurtarılabilecek her şeyi kurtarmaya çalışıyordum; kurtarmaya değer bulduğum her şeyi. Burada kendi davranış tarzım, kendi rezilliğim, kendi zevklerim vardı; diğerlerinin davranış tarzları, rezillikleri, vahşilikleri ve zevkleriyle hemen hemen hiçbir ortak yönü olmayan. Nedir önemli olan? Nedir anlamlı olan? Unutkanlık karşısında her şeyi, beynimden çıkarıp, sonunda sayıları, yüzleri, şan kağıtlarına dökerek kurtarmak zorunda olduğuma inanıyordum, güvenmiyordum. Çünkü beynime olan güvenimi kaybetmiştim; her şeye karşı güvenimi, dolayısıyla beynime karşı güvenimi de. Şiir yazmaktan duyduğum utanç düşündüğümden de büyüktü; dolayısıyla tek bir şiir bile yazmaktan vazgeçtim. Büyükbabamın kitaplarını okumaya çalıştım, başaramadım. Geçen zaman içinde çok fazla yaşamış, çok fazla şey görmüştüm; bir kenara bıraktım onları. Ecinniler’de bulmuştum aradığımı. Sanatoryum kütüphanesinde bu türden başka müthişlikler aradım, fakat bulamadım. Küçüklükleri ve bayağılıklarıyla beni itmek durumunda oldukları için, kapaklarını açmamla birlikte kapatmam bir olan kitapların yazarlarını saymam gereksiz. Ecinniler dışındaki yazın bana göre değildi, fakat mutlaka böyle başka Ecinniler de vardır diye düşünüyordum. Fakat bunları, ağzına kadar zevksizlik ve budalalıkla, katolisizm ve nasyonal sosyalizmle dolu olan sanatoryum kütüphanesinde aramamalıydım. Fakat başka ecinnilere nasıl ulaşabilirim ki? Grafenhof’u mümkün olduğunca çabuk terk edip, kendi ecinnilerimi özgürlük için aramak dışında bir olanağım yoktu. Şimdi dışarı çıkmak için yeni bir itici gücüm daha vardı.”
Oy dağlar, oy… Hayatımda bu kadar nefesimin kesildiği, bu kadar beğendiğim, bu kadar tam anladığım, tam aynı şeyleri hissettiğim başka bir zaman olmuş muydu acaba emin değilim, olamıyorum. Altını çizmek suretiyle bana ne hissettiklerini anlatmaya çabaladım, çeviri karşısında şapka çıkardım. Kendi Ecinnilerimi düşündüm. Biri de senin bu kitabın Bernhard dedim, duygulandım, ağlayayazdım. En başta yazmasını istediğin kişilerin yazmamasından, en ihtiyaç duyduğun anda yanında olmamasından ötürü duyduğum üzüntüyü bağrımda hissettim. Ne diyebilirim ki, harikulade. Hatta durun şöyle diyelim: Harikuladelik.
*
“Her iş, her uğraş bana derinden itici geliyordu, çalışanların, bir uğraşı olanların dar kafalılıklarından iğreniyordum. Çalışan ve uğraşı olanların iğrençliklerini, anlamsızlıklarını ve faydasızlıklarını görüyordum. Çalışmak, salt yaşamda kalabilmek için meşgul olmak, bundan iğreniyordum, bu bana tiksinti veriyordu.”
Bunları bu kadar net bir şekilde söyleyebildiği, haykırabildiği, bu konuda şakalar yapmadığı, ama işte ihtiyaçlar için demediği, para benim için bir araçtır buyurmadığı için çok seviyorum Bernhard’ı. Kendi olamadığım alfa köpeğin oluşundan hiç de az memnun değilim. Beni inanılmaz, ama inanılmaz mutlu ediyor. Kıvırmayın lan işte, düşünmüyorsunuz demesi birinin, beni i-na-nıl-maz mutlu ve de mesut ediyor.
Hepsinin sorumlusu bizim basit şeyleri kabul etmekte zorlanmamız olabilir mi, bu nedenle her şeyi karmaşıklaştırmaya mı çalışıyoruz acaba? Bazı satırlar bana bunu düşündürdü nedense:) Eline sağlık, çok güzeldi:)
Bildirim artık sen yazınca gelmiyor he, üye olmayanlardan yazınca geliyor, koca koca günler geçmiş hahaha. Çok teşekkür ederim.
Zannediyorum (gerçi tam olarak ne “zannediyorum” bilmiyorum ya, neyse) bir tane çıkarım yapacak olsam dediğine katılabilirdim. Ama… Zaten insan olmanın meselesi de tam da bu.