Soluk – Bir Karar (Çev. Ebru Omay)
“İnsanlar ölümü, yoksulluğu ve bilisizliği (cahilliği) aşmakta aciz kaldıklarından, bunları düşünmemekte uzlaşmaya varmışlardır.”
Sevgili Ebru Omay’ın bilisiz çevirisini çok beğendim. (Parantez içini ben ekledim.) Ölüm ve yoksulluğu aşma sanırım her kültürde aynı anlama çıkabilir. Daha sağlıklıyız diyemesem de artık daha yaşlı ölüyoruz (kimileri buna ölemiyoruz bile diyor) ve daha iyi şartlar altında hayatımızı sürdüremesek de yoksulluk kaynaklı hastalıklara daha nadir yakalanıyoruz, en basitinden az üşüyoruz. Yalnız esas mesele bilisizlik hususunda. Çünkü burada aşılması gereken cahillik nedir tam bilemiyoruz. Her kültürde farklı farklı cahillikler farklı farklı zamanlarda filizlenebiliyor.
Örneğin çok başarılı bir yazarın bir futbol takımını delicesine takip etmesi onu cahil yapar mı? Bir bilim adamının tanrı inancı? Sokakta hayvan istemeyenler mi daha cahil yoksa asıl evde olmaz diyenler mi? İyi bir okulda okumamış birinin cahilliğinin ölçüsü nedir? İnsanla belli bir teması olmamış ötekinin?
Bu soruların herkese göre somut bir cevabı olmayacağına göre, zannediyorum bilisizliği aşmak mümkün değildir diye sonlandırabiliriz düşüncelerimizi. Çünkü insanın içi çok daha eski, çok daha kollektif ve çok, çok daha karanlık.
*
“Yaşamak, ama kendi yaşamımı, istediğim gibi ve istediğim sürede. Bu, bir yemin değildi, buna, çoktan umudunu kesmiş olan, önümdeki yatakta yatan adamın artık soluk almadığı an karar vermiştim. O gece, belirleyici anda yaşamaya karar vermekle, olası iki yoldan birini seçmiştim. Bu kararın doğru ya da yanlış olduğunu düşünmek saçma.”
Sevgili Ness -bana kıyasla- zamanında okullarını bitirip, zamanında işlere girdiğinden benden çokça tecrübeliydi. Aynı yaşlardaydık ama sanki bir büyükle sohbet ediyor gibi hissederdim onunlayken. Belki ablalığındandı, bilemiyorum…
Bir oturmamızda hayatta kendini en huzurlu hissettiği zamanların daha taze istifa ettiği vakitler olduğunu söylemiş, istifa etmenin kendisinde bir tür hobi, ne bileyim bir çeşit zevk olduğunu belirtmişti. Onu o zamanlar anlayamamıştım. Sonra bir gün karar verdim, dedim istersem ölene dek çalışmayayım, burada çalışmak is-te-mi-yo-rum. Her gün yataktan kalktığımda, kalkamadığımda sürekli bu işi yapmak istiyor muyum sorusunu sormaktan bıktım, istemiyorum, zorla mı ya… Aslında bölüm değiştirdiğimde de yapmıştım bunu, çokça… Ama bu defa farklıydı. Tam ben eş-dost-eşraf adam oldum sanırken, yine vazgeçmiştim.
Sanırım Shaq’ın daha kaç yaz göreceğiz ki lafıyla bir ilintisi vardı bu düşüncelerimin. Ya da Kuru Otlar Üstüne’yi mi yeni izlemiştim, anımsayamıyorum. Hani o meşhur sekans, kafamda mı çalıyordu ne… Belirsizlikle, yapmak istemediğimden değil, yaptıklarımın, hiçbir ama hiç-bi-ri-nin, hiçbir kimsenin işine yaramaması ile alakası vardı. Beni mutsuz etmesiyle alakası vardı. Bıraktım. Puf diye. Yazacaktım, yaşayacaktım, istediklerimi gerçekleştirecektim… Çoktan yaşamayı bırakmış, sürekli çalışan, ve sürekli gideceği tatilleri düşünen, ve sürekli planlar yapan, ve muhabbetleri sıkıcı, ölü arkadaşlarımın yanında karar vermiştim buna. Onlardan birine dönüşmeyecektim.
Trainspotting’in Choose Life sekansı gibiydi aslında olan belki. Ölen arkadaşlarıma üzülmek saçma.
Sonrası? Hayat…
*
“Acıyı reddetmemin YALNIZCA zarar verici ve gerçekten ihmalkâr ve eninde sonunda salt yaşamı tehlikeye sokucu değil, dahası yaşamı tehdit edici olduğu ortaya çıkmıştı.”
Acı var Rocky, acı var… Bernhard burada yaşadığı, somut bir acıdan bahsetse de soyut olan acılar için de aynısı geçerli sanıyorum.
Ben acıyı Edgar Allan Poe’nun Alone şiirinde bir mısrayla aştığımı, bu yüzden de, en azından yaşama hususunda acı duymadığımı söyleyebilirim: And all I lov’d—I lov’d alone. Tüm sevdiklerimi, kendi başıma, yalnız, sadece sevdim. Yalnızca sevmek, acıyı en çok, acı duymamı en çok engelleyen şey… Sevmek. Gerçekten ama. Şöyle olursa daha çok sevmek, böyle davranırsa ben daha çok coşarım gibi değil. O kişiyi, bu hâliyle sevmek, sevmiyorsan da görüşmemek. Görüşmek istemiyorsa da kızmamak.
*
“Birbirimizi ve bizim dışımızda kalan insanları anlamak için fazla sözcüğe gerek duymuyorduk.”
Bu zannediyorum sevmelerin en güzeli. Bir insanla kurulabilecek iletişimin en yüksek noktası. Gözlerle anlaşmak, aptal kelimeler yaratmak, gülümsemek.
*
“Önceden, ölümün eninde sonunda bu denli günlük hayata ilişkin bir şey olduğunu bilemezdim.”
Babaannemin ölüm haberi beni küçükken çok korkutmuştu. Kendisine bayılmıyordum ama babamın o üzgün hâli, felç olduğu zamanki çaresiz suratı gözümün önünden gitmiyor. Şebeklik, oyun istediğim bi’ zamanda dilinden şu sözcükler dökülüyor:
Babaannen felç oldu, (oğlum), bu ne demek biliyor musun? Belki de ölecek…
Devamını anımsamıyorum. Belki bir şeyler söyledi ama, hatırlayamıyorum. Oğlum demiş miydi gerçi onu bile pek anımsayamıyorum. Felç olmanın ne anlama geldiğini bilemeyecek yaştaymışım. Gerçi bunu öğrenmenin bir yaşı var mı, yahut olmalı mı ondan da pek emin değilim. Anladığım, şu an burada olan birinin, artık var olmayacak olması. Annemin babasından farklı. O, ben daha yokken ölmüştü zaten. Her gün olmasa da sık görüştüğün, üstelik babanın sevdiği birinin ölmesi, yok olması, artık olmaması… Tüm bunlarla, bu korkularla birden yaşamak zorunda olmak, kimseler üzülmesin diye her gün yatmadan dualar etmek, hiç ama hiç kendini düşünmemek, şimdilerde hatırlayıp hatırlayıp o çocuğa çok üzülmek… Ben de bu kadar günlük hayata ilişkin bir şey olduğunu hiç bilemezdim.
*
“Yaşamsal önem taşıyan ve varlığımız için gerekli düşünme sahalarında bulunmayan sanatçılar özellikle de yazarlar, yüzeyselliğe saplandıkları için zamanla değersizlik içinde yitip giderlerdi. … Bu gerçeğe hangi sebeple olursa olsun sırt çeviren sanatçı ya da yazar, baştan itibaren, hiç şüphesiz mutlak bir değersizliğe mahkumdur.”
Aslında demek istenen yalnızca iç, iç dünya değil, içimizi de yöneten bu dış dünyayla da ne kadar ilgili olduğumuz, bunu ne kadar yadsımadığımız, ne kadar olan bitene ses çıkardığımız, sineye çek(il)mediğimiz zaman ancak ve ancak başarılı olabileceğimizi (kendimi de yazar ve sanatçı saydım, mazur görün), pardon bu da değil, KALICI olabileceğimizi söylüyor Bernhard, ki zannediyorum haklı da.
Bu başımızdan geçen süreçte (hapisler, yeni efendi hazretleri, çakarlı arabalar, polisler, onlar ve de bunlar) herkes açıklama yapsın diyemeyiz, bekleyemeyiz elbette. Yeter ki, yapmış gibi yapmasınlar, sonradan baba rollerinde poz kesmesinler. Benim için bu bile kâfi.
*
“Büyükbabamın öylesine dayanılmaz gözüken ve beni etkilemiş olması gereken ölümü aynı zamanda bir kurtuluştu. Yaşamımda ilk kez özgürdüm ve birdenbire hissettiğim bu sınırsız özgürlük, bugün anlıyorum ki, yaşamımı kurtarmamda yararlı oldu. Bunu keşfettiğim ve uygulamaya başladığım andan itibaren, hastalığımla olan savaşımı kazanmıştım. Tamamen yalnız olmanın olanaklarını görüp, bunlara sahip olduğum andan itibaren, kurtulduğumu duyumsadım.”
Bu sondaki cümle, bir önceki postta belirttiğimiz oy dağlarla hemen hemen aynı yere çıkıyor aslında.
Acının beş evresiyle tanıdığımız Elisabeth Kübler-Ross da, çok sevdiğimiz insanların ölümlerinden sonra, bize, kendi kurtuluşlarımıza ulaşmada, o ölüp gitmişliklerine aldırmadan nasıl yardımcı olduklarını anlatıyor.
Merak ettiğim Bernhard’ın bilhassa bu dönemdaşlarının fikirlerinden etkilenip etkilenmediği, farkında olup olmadığı, bunları yazarken aslında Jung’un eşzamanlılık düşüncesiyle bir birliktelik sağlayıp sağlamadığı…
Büyük bir Schopenhauer ve Nietzsche hayranı olmasına rağmen, yalnızca yaşayarak psikiyatrların ulaşacağı sonuçlara ulaşması beni de-lir-ti-yor. 75-82 yılları arasında ölmeden tamamladığı için belki etkileri düşünülebilir. AMA, tam tersine psikologların Bernhard’dan yararlanmış olma ihtimalleri beni çıldırtır. Birden çok kez yaşama şansım olsa kesinlikle yalnızlık, takıntı, ölüm korkusu ve toplumsal yabancılaşma gibi konuları Bernhard’ın eserleri ekseninde incelerdim.
*
“Büyükbabam, çocukları için iyi bir baba olamamıştı, aslıda ailesiyle arasında hiçbir zaman ciddi bir bağı olmamıştı, olamamıştı, tıpkı hiçbir yerde kendini evinde hissetmediği gibi, çünkü onun yuvası düşünceleri; ailesi de büyük düşünürlerdi. Bir defasında hiçbir yerde kendini onların yanında olduğu kadar güvende ve huzurlu hissetmediğini söylemişti.”
Zannediyorum bu beklentilerle alakalı bir durum gibi görülebilir. Kendi babam da başkaları tarafından sevilen ancak iş aile kurmaya gelince fazlasıyla yetersiz biri. Kendisi de bana kalırsa aynı cevapları verecektir.
Bazı insanlar bu konuda hiçbir zaman iyi olamayacak, eh, birinci bölümde ne diye konuştun bıdıbıdı o zaman diyecek olanlarınız olabilir, elbette olsun, sorun yok. Or’da demek istediğim yalnızca yapmamak, çok basit sorunuzun cevabı. Yaptıysan da ilgilenmek.
*
“İyileştikten sonra ne yapacağım ve ne olacağım konusu onların sorunu değildi, kesinlikle benim sorunumdu, Hiçbir şey olmak istemiyordum, bir mesleğim olmasını da hiçbir zaman istememiştim, sadece kendim olmak istiyordum. Ama onlar, tam da bu basitlik ve aynı zamanda zorbalık içinde, bu durumu görmezden geliyorlardı.”
Kendi olmayı başarabildiğimizi ve anlatabildiğimi düşünüyorum. Kendi olmak, bir anlamda maske takmamak, yalan ve bahanelere sığınmamak demek. Yazar ceketini benimsemek, ona göre yaşamak, ya da yaşamamak demek. Her gün yazı yazdığın zamanlarda ceketi üzerine geçirmek; ve bir hiç olmak, yok olmak, olmamak istediğinde de o ceketi çıkarmak demek.