“Halkın bir tek gün birkaç evi yağmalaması, tüm ulusun on beş asır boyunca üç kral sülalesi tarafından soyulmasının yanında nedir ki? Milyarlarca insanın mültezimler, vampirler, halkın parasını çarçur edenler tarafından soyulmasının yanında birkaç kişinin servetini kaybetmesi nedir ki?”
-Jean-Paul Marat
*Bu aralar yatıp kalkıp Charles Dickens okuyorum. Charles aşağı, Dickens yukarı. Aşırı sevmekle çok uyuz olmak arasında bir ilişkim var kendisiyle, ki bu da benim âşık olduğumun tezahürü olarak -pek âlâ- görülebilir. Daha sonra uzun uzun yazacağım ama hakkında kesin olarak değişmeyecek tek iki şey var: Kendisinin çok fazla anlattığı ve ana karakterlerden ziyade yan karakterleri çok daha iyi yazdığı. Hatta sadece bu yüzden bana bütün kitaplarını okuttuğu………….. :kalp:
*Üstteki alıntı da, dünyanın en iyi girişine ve baş karakterlerden birine (Sydney Carton) sahip olsa da benim çok tutmadığım İki Şehrin Hikâyesi adlı Dickens romanı sonrasında yaptığım araştırmalar sonucu denk geldiğim isimden. Bu zamana dek kendisini bilmemek de bizim ayıbımız olsun. Kalın kalın yazalım ki utandığımız belli olsun. Hadi olsun, bir kedi alırım sen de anneni ça— Neyse. Kitap biliyorsunuz Fransız İhtilali sürecini anlatıyor. Soylunun nasıl soysuz olabileceğini yeri gelince, ve ezilenin de nasıl ezeceğini, ve fakat bunun nasıl da “insan” olmakla ilintili olduğunu…
*Yalnız bu Jakoben tayfasına tutuldum. Jean-Paul de onlardan biri. Araştırmaktan inanılmaz zevk alıyorum ama sürekli bunları yapabildiğine inanamadığım, gevreten, başka üşütük biri çıkıyor.
*Üşenmezsem -üşenmem de- daha doğrusu Dickens’ın bütün kitaplarını bitirebilirsem, en sevdiğim karakterleri sıralaması yapacağım. En iyi 25 çıkar zannediyorum, şimdiye dek bile, irili ufaklı sevdiğim 25 karakter var neredeyse.
*İngilizce’de bu aralar en sevdiğim deyim, what the fuck/hell (WTF!!!!) gibi de kullanılan what the dickens deyimi. O kadar içli dışlıyız ki whatsapp profil yazımı (mı, ne deniyorsa artık) bu yaptım. Ama dickens büyük harfle elbette. Meselemiz belli olsun: What the Dickens!!!!??
*Malum, hem Dickens’ın bazı kitapları hâlâ çevrilmediği hem de bazıları gerçekten ama gerçekten kötü çeviriler olduğu için İngilizcelerinden okuyorum bol bol. Hatta bazen çapraz okuma denen naneye de düşüyorum. Daha önce okuduklarımı İngilizcelerinden okuyorum, okumadıklarımı Türkçe, çevirisi olmayanları yine İngilizce. Dil ile alakalı iki şey söyleyebilirim. Dickens’ın anlattığı konu sıkıcı, iç bunaltıcı, illallah ettirici dahi olsa, dili (bana dili demek yerine oyunu demek daha uygun geliyor, ama bu da başka bir yazının konusu) çok güzel kullandığı için İngilizcesi kesinlikle kendini okutuyor (berbat bir laf, çizelim) okunmaya değer. Ama çevrilince, özellikle eski bir çeviri ise bu, insanı Dickens’tan soğutacak bir meseleye dönüşebiliyor. Çok samimiyim.
*Hatta, genel olarak İngilizce’den Türkçe’ye çevirilerde bir yavanlık, bir olmamışlık hep vardır. Belki komünistlerin Ruslar’a sarmasından, okumuş tayfanın da Fransız ya da Almanca eğitim görmelerinden mütevellit. Dünyada olduğu kadar İngilizce yazan yazarlar Türkiye’de pek tutmamıştır. Sevilmemiştir. Dostoyevski’yi okuduğuna inandığım insanlardan herhangi biri Jane Austen ya da Dickens okumamıştır 80’lere dek.
*Ölmüş kadının arkasından konuşmak gibi olacak ama konuşalım, yapacak bir şey yok. Bana kalırsa Nihal Yeğinobalı ne yazık ki o dönem İngilizce bilen az kişi olmasından (elbette bu en iyi ihtimal, özel hayatını araştırmadım) yetkin kişi bellenmiştir. O kadar çok çeviri yapmıştır ki, artık edebi olmasa da çeviride kanon olmuştur. Canım okur da bunu atıyorum Jane Austen’ın, Thomas Hardy’nin ya da Charles Dickens’ın suçu zanneder. Hayır efendim, bu yazarların en bilinen romanlarını, Dickens özelinde Oliver Twist, Büyük Umutlar ve Bir Noel Şarkısı’nı (kendisi böyle çevirmiş vallahi carol‘ı, benim bir suçum yok) çok kötü çevirmiştir. Bu kitapları beğenmeyenler de yazar(lar)a küsmüş, sırt çevirmiştir.
*Oysa tamam, eğer biraz düzgün çevrilse bile “A Christmas Carol” yine belki sevilmeyebilir. Hıristiyan kültür tam benimsenmediğinden, belki çok içselleştirilemeyebilir. Hayaletler falan da var, herkese göre değil. Oliver Twist çok acımasız ve korkutucu sayılabilir. Ancak Büyük Umutlar… Allahım… Dickensım yani fşsdkmgl. (Şaka şaka.) Gerçekten çok güzel. Ha-ki-ka-ten. Miss Havishan var bir kere, tam ruh hastası. Herbert Pocket var :kalp:
*Eğer Büyük Umutları sevmediyseniz ve çevirmeni Nihal Yeğinobalı ise bir de başka bir çevirmenden deneyin derim ben efem. Sahaflarda or’da bur’da illa bulunur. Ya da belki başka biri de yenilerden çevirmiştir.
*Nihal Hanım “Far from the Madding Crowd”ı da “Çılgın Kalabalıktan Uzak” diye çevirmiş mesela. Böyle tatlı tatlı bir laf gibi gelir bana hep. Belki Issız Adam’da geçiyor diye. Oysa Hardy’nin bir kaçış arzusu, bir huzursuzluğu vardır içinde. Bahsettiği, git gide artan, deliren, delirten, kaotikleşen, akp hükümetine maruz kalmış buster’ın kısa kısaya en manyak Jakobenlerden birinin -belki de sıkma- alıntısı ile başlaması gibi bir durumdur diyebiliriz. Evet.
*Aslında yatıp kalkıp Dickens okuduğum da pek doğru sayılmaz. Bloga yazdığım için Bernhard’ın üzerinden geçiyorum. Araya Cemal Süreya, Keret, Cemil Kavukçu, Bedii Faik, Pennac, McEwan falan da sıkıştırdım. Çünkü siz de tahmin edersiniz ki her biri neredeyse 700 küsür sayfalık romanlar Dickens’ınkiler, meze istiyorlar, üstelik benim gibi sadelik delisi insanlar için, tek başına çekilmiyorlar…
*Lar takıları bilerek varlar…
*Uzun zamandır sakin sakin, atıp tutmadan konuşuyordum, çünkü böylesinin daha akılcıl olduğuna inanıyordum ama artık zamanı geldi: Şu dünyada para verip almayacağım tek içecek fanta olabilir. Gerçekten adının bile sarı koladan ötesine gitmemesi gereken, abartı bir lezzet. Varsa bir kokteyl, yiyecek tarifiniz fantalı, alırım. Çok manasız yoksa.
*Babam aldı da içtim be, siz de hemen…
*Bir de şey var, chick flick denen nane. Kadınlara, kadın hissedenlere, geylere yönelik filmler demek. İmiş. Yani onların ilgi duyacağı… Genelde güzel bir kadın, hatta birden fazla kadın, ve bir tane de yeteneksiz odun erkek oyuncu barındıran, gündelik hayat memat meselelerini konu edinen, kadınlar ve düşünceleri hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz, belki sevdiğiniz kadın Hollywood yıldızını çıplak görebileceğiniz, öpüşlü, sevişli film… Ve evet, ulan bunun nesi kadın işi? Bal gibi de erkek filmi bu be, hepiniz mi madding crowd oldunuz başıma ya? Erkek filmi dedikleri de yarma ve ter kokularını neredeyse ekrandan duyabileceğiniz tiplerin, yarım saat silah tarama falan sesiyle affedersiniz kafa siken filmleri. Yav hangisi daha gey sineması, hangisi daha bastırılmış cinsellikler arkadaşlar lütfen delirmeyelim. Git şimdi ötede ağla, sanat değeri 10 üzerinden 1 olan aksiyon filmi izleyen alt kültür üyesi seni.
*Gey tdk’da var. Gay yazmaya gerek yok. Ben de yeni gördüm. Bu aralar çok basit şeyleri yeni görüyorum.
*Bu arada, bazı yazıları İngilizce’den Türkçe’ye çevirsem de, çevirmeyip İngilizcelerini de okusam ya da biri çevirse ve ben okusam da anlayamıyorum. Bunun şükür ki yazan kişi ile alakalı olduğunu çözdüm, çeviri ile değil. Bazen de Nihal Hanımın tersine işliyor işler.
*Pluto bizim bildiğimiz Pluton, gezegene (evet, ge-ze-gen!!!) adını veren yeraltı tanrısı. Roman.
Hades, en iyi bildiğimiz Yunan yeraltı tanrısı.
Osiris, Mısır’daki yeraltı tanrısı. Isis’in kocişi. Bob Dylan şarkısı.
Nergal ise Sümer Mitolojisi’nde aynı işleve sahip tanrı. Hani karıştıran varsa diye……..
*Sevdiğim argo deyimlerden biri de orospuya sikiş öğretmek.
Gelmiş bana Dickens da çok re-rö-rö diyor. Sanki bir kitabını okumuş. Sen Dickens’ı okuduysan ben de Austen’cıyım be!
*-Sen Oliver Twistleri savundun!!!
-Savunmadım.
-Sen Noel İlahilerini savundun!
-Savunmadım, çıkar göster… Ahlaksız adam!!!!
-Alçak, puşt, bi tane tokat atıcam…
*Bindiğim taksici de yazar çıkmıştı. Bulut Yayınları ile anlaşmış. Sarı Hatıralar adında dosyasını oluşturmuş. Basılacakmış. 1 sene oldu belki. Araştırdım bulamadım. Adamın da adı neydi unuttum. Belki görür diye yazıyorum… O deli anıları bekleyen en azından bir kişi var abicim.
*St. Jude kaybolmuşların, umutsuzların, yardım dileyenlerin azizi olarak biliniyor. En sevdiğim havari. Adını Google’a yazınca bir de çocuk hastanesi çıkıyor. Sevmeyelim de ne yapalım be :kalp:
*Ölü Ozanlar Derneği’ni korsan DVD’den sevgilimle de izledim, dışarıda iki dk telefonuna bakmadan duramayan insanlarla date’e de çıktım. Ulan biz ne yaşadık ya? Yani bu nasıl bir karmaşa abi. Hadi çıkma işi neyse de, senelerdir dostum olan erkek bireyler bile böyle. (Sanki telefon ve sosyal medyada daha çok kadınlar zaman geçiriyor demiş gibi oldum ama, neyse, affedin.) Kimseyle görüşmek dahi istemiyorum, dağlara atacağım yani kendimi. Nereden nereye. Neyse ki, yalnızca sinemada film seyredebilen jenerasyondan değilim. Hepten uçmuştum şimdiye belki.
*Eski dedik de, annem bir gün duvar takvimine, bir günün üzerine, küçücük, “geldiler” yazmış… Ya sen de Sherlock musun be kardeşim, takvime niye bakarsın, gördüm işte, ben de yazı kadar küçüğüm, öyle düşünün… Ne bu, o ne, kim geldi, geldiler ne, gelen ne falan diye diye annemi darladıktan sonra annem de bana bir güzel regl periyodunu anlatmış, sünnetimden sonra bir iğdiş edilme travması daha yaşatmıştı sağ olsun hahahaha.
*Geçtiğimiz günlerde bir blog’u okudum. Şimdi linkini vermeyeyim, çocuğunu çok da sevmediğinden, yani öyle annelik, anayım ben ana!!! falan duygularının hâlâ olmadığından bahsediyordu. Annem geldi aklıma hemen. Ve yukarıda bahsettiğim anı. Herhâlde o da aynı şeyleri düşünüyordu hakkımda. O darladığım anlarda. Zamanla alıştık birbirimize =P
*Zamanının hızlı inşaat mühendislerinden olan babam, dayısının yardımıyla paraya para demeyeceği bir proje için Kütahya’ya gönderilmiş. Gittiği günün akşamında mühendislerle rakı içmiş, kendini otogara attırmış, sabahına vın turizm İstanbul’a… Ben Masumiyet/Kader filmlerindeki gibi bi’ Uğur anlatısı beklerken peder bey dünyanın en kötü ve en boş yeri diye başladı cümlesine, orada insan sıkıntıdan alkolik olurdu diye bitirdi. Zaten denemeye gitmişmiş de cart curt. Utancından daha bunca sene sonra yeni öğrendim anıyı.
*Bu vesileyle Kütahya’da yaşayanlardan da özür dileyelim. Ama bin sene evvelsi Kütahya’dan bahsediyoruz diye şerh düşelim.
*Merhaba yiğittttt!!!!
*Adım Yiğit değil ama sanayideki abinin “koçum, aslanım” falan gibi lakap/sıfatlar yerine zannediyorum yalnız benim için değil, benim yaşlardaki (ya da benim gösterdiğim yaşlardaki) herkes için genel manada kullandığı kelime. İyelik eksiz. Müthiş biri. Aylardır dilimde pelesenk. Herkese ve her şeye ve her zaman ve durduk yere: Merhabaaaa yiğiiiiittttt!
*Şu hayatta da takılmak istemediğin ama sürekli senle takılıp, dışarı çıkmak isteyen insana kalmak kadar koyan pek az şey vardır dünyada.
*Abart kardeşim.
*Dershane zamanı öğle arasında pide yemeye gitmiştik kankamla. Üst kata iki erkek çıkınca, burası aile yeri demişti çalışanlardan biri. Ben anlamamıştım, bence kankam da… (Olm nereden bilelim biz böyle işleri, laik ortamlarda büyüdük.) İki biz yaşlardaki kızı da abla-kardeş herhâlde diye orada oturabiliyorlar sanmıştık. Yürürken dank etti. Bizim aile olmadığımızı nereden anlamışlardır ki? Bir dakika, bir dak— Aile yeri damsız girilmeyen, Müslüman, namus bekçisi yeri… Anladık tabii, sonradan, yemeğimizi aşağıda yedikten sonra, kürdanla sigara içer gibi yaparken… Anladık anlamasına da… Be orospu çocuğu, be allahsız garson ya da komi. Bomboş yerde, on dakikada yemeklerini yiyip kalkacak 13-14 yaşındaki çocuklardan ne istedin de bizi aşağı gönderin be, puşt. İnşallah girmek istediğin bara iki fıstık kızla bile gitsen almazlar içeri. Tipsiz götoğlanı seni.
*Jean-Paul Marat ile başladık kendisi ile bitirelim. O gördüğünüz foto var ya, kendisinin öldürülüş şekli. Banyoda. Orada çalışıyormuş. Cilt hastalığı yüzünden. David’in portresi. Ne diyelim, sonumuz benzemesin Maratçığım.