Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Kısa Kısa #26

*Akdeniz ülkelerinde, kış sporları ile zenginliğin ilintisi var. Benim pek aram yok, patenle bile. Zenginlikten değil de, babam bunlar için fazla “ağır” biri, annem de fazla tırsık; kafamı gözümü yarmamı istemez. Oysa onunla, o çok kötü kahverengi tahta yatakbaşlıklı odada, elimde biberonum, çok buz balesi, artistik buz pateni izlemişizdir. O kadar artistiğe karşı yapılan buz pateni sayısı ise 1 filan. Galleria’da. Allahım ne büyülü yerdi. Ne salak ve küçükmüşüz.

Kuzey ülkelerindeki arkadaşlarımın hepsi doğuştan balerin olunca buzda, ne zaman o allahınbelası yerleri ve onları ziyarete gitsem beni buz pateni yapmak için ikna etmeye çalışırlar. Ben de kendimi felaket kötü hissederim her seferinde onlara katılamadıkça. “Yo, yo, siz gidin, ben zaten içki içiyorum şimdi, sigara filan, sonra katılırım,” deyip, elbette katılmazdım.

Sonunda zinciri kırıp bu sene, Peki ulen, dedim, yazın beni de. 1-2-3. Sonra çanağı kırdım kaç kere. Sonra kendimi tam kötü hissedecekken, en iyi yaptığım şeyi, yani palyaçoluk (teyzeme göre maymunluk) yapmaya başladım: Düşeceğini bile bile komikli zıplamalar, aman düşüyorum beni tutun diye koca teyzelerin önüne kendini atmalar, efendim bebek-çocukları gülmekten işetinceye kadar kayıp kayıp bile bile buzun üstüne düşmeler. (Sanki bile bile yapmasa iki saniye sonra düşmeyecekmiş gibi.)

Bu palyaçoluk ceketimi ne zaman giyeceğim de belli olmuyor, bir bakmışsın ve giymişim bile. Neredeyse profesyonellerle kayarken bile bir türlü öğrenememe nedenim bu oldu galiba. Darısı artık seneye. Yeni palyaçoluklara.

*Düşününce, ben normal paten kaymayı da bilmiyorum ki.

*Bu yukarıdakine benzer bir örnek atlıkarıncalarda yaşanırdı. Atlıkarınca zili çalar, hücuma geçilir, herkes atlarını arar, kahverengi yeleliler, heybetliler, hophop sekenler, revaçtadır. Ben ner’de hiç sıfır hareket eden kedigil bir şey var, onlara giderim, ya da böyle salak bir Noel Baba kızağı, ne bileyim. Hiç de zevk almam ama, sanki kendimi dışarıdan onlara daha çok yakıştırırım. Aslan ya da kaplan üzerinde bir buster. Ya da Noel Baba yardımcısı buster gibi. Sanki birileri benim fotoğrafımı ya da videomu çekiyormuş da (ki gerçekten olduğu da olurdu) ben bunda güzel dururmuşum gibi. Sürekli bu hisle yaşardım. Hayatımın bilmediğim biri tarafından videoya alındığı hissi. Belki de bu palyaçoluklar da hâlâ bu yüzden.

Bahsettiğim kaplan ve aslancılık aslında epey büyüyünceye kadar böyle devam etti. Bir gün hatta teyzem bana seslenmişti, Carousel’de miydik neydik, gel bak şuna bin diye. Baya-baya attı bildiğin, zıplayanlı, heybetli ve kahverengi yeleli. Zannediyorum o da sıkılmıştı benim kedigil sevdamdan. Nasılsa, ikna olmuştum. (Herhâlde beni şu size bahsettiğim izleyenlerin orada da görmesini istemiştim.) Sonrasında ise atlıkarınca dövmesine kadar giden malum süreç başladı, evet evet, baya-baya atlı. Bütün bunları da Brüksel’de Bir Noel isimli öykümde… Şaka şaka. Öyle bir öykü yok, ama aslında olabilir gibi de ileride. Neyse, bütün bunları bana oradaki çocuklar, ve amaaaaaan ölüm dahil bütün sikleri göze alıyorum, pedo derlerse desinler diyip aldığım video kayıt hissettirdi. Ağlayacaktım az daha orada, belki biraz ağladım bile, zaten depresyonda idim. Bir günlüğüne. Çocuklar atlıkarıncalarında çok mutluydu. Ben de onlar mutlu diye mutluydum. Hatta bi’ ara çocuklardan biri sanki bana el mi salladı ne. Geçti zırıltım. Tam bilemiyorum, emin olamıyorum. Tek bildiğim o an için çok mutlu olduğumdu.

*Son zamanlarda başımı ağrıtan şeylerden biri de insanların en yakın arkadaşları artık yaşadıkları şehirde değilse nasıl yaşayabilecekleri sorunsalı. Atıyorum ailesi de yaşadığı yerde değilse ya da kötüsü, araları kötü ise. Hani arkadaşın evlenip çoluk-çocuğa karışması gibi de değil düşününce. O zaman biraz ikinci plana atılmayı kabullenebilirsin. İşte kocası/karısı var, sorumluluk, yeni yeni bir şeyler dersin, hele bir de çocuğu varsa tamamen olay. Ama istesen de, o istediğin birinin artık burada olmaması, örneğin, kabul etmeyeceğini bile bile, gecenin bir vakti, naber napıyorsun hadi gel sahilde takılalım, bile diyememek, yani bu deyimin aslında hiç ama hiç olmayacak ve hatta manasız olması, o gelip senin olduğun şehre yerleşene dek tedavülden kalkacak olması, ve onun dışında bu sözü söylemek isteyeceğin bir başka kişinin de olmaması ve olsa dahi aynı etkiyi yapmayacak, aynı büyüyü vermeyecek olması beni çıldırtıyor. Bunu sorduğum insanların hiç çıldırmıyor olması ise beni depresyona sokuyor. Büyümek ile beklentilerin ölmesi çok feci.

*Son zamanlarda bir arabam var ama çokça yokmuş gibi davranıyorum. Eğreti duruyor sanki bende, kendime çok yakıştırmıyorum. Her an elime yüzüme bulaştıracak gibi hissediyorum. Bazen yanaşırken terliyorum, bazen lanet tuşları karıştırıyorum. Bunun sebebinin de babam olduğunu biliyorum. Çünkü arabam olduğunda arabası olanların ne denli bencil insanlar olduğunun ayırdına vardım. Örneğin bir ailede bir araba varsa, bu arabada herkesin sözü geçmeli. Ama araba genelde ekonomik mânâda kim daha çok para getiriyorsa onun insiyatifinde ya da keyfinde kalan bir nesne çoğu kez. Baba daha çok para kazanıyor, araba onun. Anne az kazanıyor ya da işi bırakmış, arabayı belki arada sürer ehliyeti varsa. Çocuk kazanmıyor, araba yok; anca güzel bir cokcoklarsa belki lutfedilip verilebilir. Sonra sonra bunun öteki ailelerde böyle olmadığını, gayet bazılarında -genelde orta-üst kesimde- herkesin istediği zaman arabanın anahtarını alabildiğini öğrendikçe babama karşı içimde akılalmaz bir hınç oluştu bende. Bunun bu şekilde olmasına sebep olduğu için de anneme karşı da hınçla doldum. En son neredeydim hatırlamıyorum, aradım, beni dedim alır mısın. Aslında dememem bile gerekirdi ya, deyivermiştim işte. Çünkü nedir yani, senin dölünden oluşmuş bir can bu, almaz mı insan, iki eli kanda olsa alır, hele hele uzun süredir görüşmediyse. Almadı. O yol boyunca düşündüm, param var evet, taksi-toplu taşıma var evet, ama mesele bu değil ki, ben bir şey istedim, senede istediğim şeylerin toplamı da 1 filandır he, ve bu yapılmadı. Ben neyim, neden bu kadar değersizim, bu bencilliğe aklım almadı. Bu sevilmemeye… Yani ben belki seni istedim o an orada, belki bir şey konuşacak, bir şey itiraf edecektim. Sonra içim küstü. Bir daha zorunda kalmadıkça babamın arabasını sürmedim. Hatta kimsenin arabasını sürmedim. O kadar sene geçmiş ki, şimdi kendi arabamdaki tedirginliğim de bundan. Şimdi herkesin üzerine titremem, yardımlarına istemeseler de koşmam bundan.

*Dayımı çok özledim. Hemen babamın ardına yazmamın nedeni de ailedeki ikinci baba figürü olmasından. Amca yok. Dedeler ölü. Dayım fena baba olurdu. Olamadı. O da böyle yukarıdaki gibi allahınbelası şeyleri kafaya takar ve sabahlara kadar sigaralar içerdi. Belki de böyle şeylere kafayı taktığı için olamadı baba. İçkiyi bıraktı da ömrü biraz uzadı. Çünkü sonuna kadardı her şey ve anca böyle olabilirdi. Umarım ona benzemem diyorum, ama insanın olup olacağı da bu gördükleri, birlikte büyüdükleri oluyor. Hadi amcam döneli de bir 10 sene oldu desek: Babam+Dayım+Amcam/3. Sık kafana daha iyi be. Belki de bu yüzden evden kaçtım. Seneler geçmiş. Bu kaçmalar sırasında da dayımı kaybettik. Hâlâ ondan bahsetmek istiyorum insanlara ama doğru dürüst dinleyen birini bulamadığım için bahsedemiyorum. İnsanlar zaten hiçbir dediğinizi doğru dürüst dinlemiyor da böyle gerçekten bahsetmek istediğiniz bir şey olduğunda ve dinlemediklerinde iyice çıldırıyor kişi.

*Söylememe gerek yok ama, bu üçü de eğer akrabanız filan değillerse iyidirler. Her ailede olduğu gibi.

*Düşününce, neredeyse her allahın günü bir kısa kısa yazabilirim, hatta kendi 2023 çelıncımı kısa kısalarla bile bitirebilirim; ama dönüp baktığımda en son yazdığımı bulmam yine epey zaman aldı. Mayıs ayında 4 sene bitmiş olacakmış. 4 sene boyunca hiç neden kısa kısa yazmamışım ya? Delilik, çılgınlık. 2019’dan 2020’ye zannediyorum hiç girmedik, zaman bitti.

*Bir süredir hiç mi hiç uyuyamıyordum. Uyuyamamın nedenini de bir parça bir şey yazınca bulabildim. O bir parça şeyi yazınca ve biraz az yalnız hissedince hemen uyuyabildim o günün akşamı çünkü. Ama burada “biraz az yalnız” olmak önemli çünkü eğer “müthiş bir yalnızlık” içinde hissedersem yazamıyorum, yazamayınca da uyuyamıyorum.

*Bazen çok üzülüyorum. Dengesi önemli.

, , ,

4 responses to “Kısa Kısa #26”

  1. Adsız Avatar
    Adsız

    Özlemişiz kısa kısaları, buz pateni kısmı, aslında her şeyin o kadar kaygan olması, birazcık o tutunamama hissi ve kendi tutunma biçiminin oluşturulması, gene çok keyifliydi 🙂

  2. buster Avatar

    Teşekkür ederim, şey çok güzel ya bunları hiç düşünmüyorum ama böyle bir yorum gelince düşünmüş gibi de hissediyorum bir yandan, sağ olun var olun =)

  3. terspabuclar Avatar

    "Üzülmenin dengesi"ni bir ölçeyim kendi terazimde, elinize sağlık çok güzel bir yazı

  4. buster Avatar

    Hiç de görmemişim he bu yorumu, çok teşekkür ediyorum. buster'ın özel üzülmenin dengesi karışımı: Daha üzünçlü filmler izlemek, zorla gülmeye çalışmamak, arada görüştüğün arkadaşlarla görüşmek, elektronik eşya tamiri ya da değişik yemek tarifi denemek.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »