İki önceki yazımızda söz verdiğimiz üzere bugünkü konumuz Orhan Pamuk. Hemen belirtmem lazım ki Orhan Pamuk’a dair en sevdiğim şey Türkçe yazıyor ve her şeye rağmen Türkçe düşünüyor (bu konuda iddialıyım) olması. Bu, tıpkı Sezen Aksu’da olduğu gibi, bizim şansımız. Çünkü ne kadar iyi çevirmen olursak olalım, bir yazarı, bilhassa Orhan Pamuk gibi o bölgeye hâkim insanların bile anlamakta zorlanacağı bir yazarı çeviriden okumak hayli çekilmez zor olabilirdi. Bu, güncel edebiyata, (öhööö öhöm kendine gel artık) postmodern edebiyata dair en katlanamadığım şey. Şurada da bahsetmiştik. Orada yazdıklarım hâlâ güncelliğini korusa, ve bana bu hâlâ berbat bir edebi tercih ve kolaycılık gibi gelse de Orhan Pamuk bu olumsuz sayılacak hâli o harika hikâye anlatıcılığıyla -genellikle- çok güzel harmanlayabiliyor. Ne kadar iyi okur olsanız da o dünyanın, karakterlerinin sorunlarına kaptırmış bulabiliyorsunuz kendinizi bir süre sonra. Madalyonun bir de öteki yüzü var ancak. Bugün ondan söz edeceğim size.
Birazdan yazacağım şeyler Kafamda Bir Tuhaflık romanına ait olacak. (Aslında herhangi bir Orhan Pamuk romanı için de aynı şeyler denilebilir. Sözgelimi Masumiyet Müzesi’nde de, Kara Kitap’ta da, hatta ve hatta Benim Adım Kırmızı’da da aynı yerin etrafında dönüyoruz çünkü.) Yazarların elbette tarih bilmek gibi bir misyonu yok. Ancak Pamuk, romanın örgüsünü/altyapısını genellikle İstanbul ve Türkiye’deki kronolojik olaylar tarihi üzerine kurduğu için (bazılarına yeni yer isimleri atasa bile) okurda da romanın “bildiği” gibi devam edeceğine dair bi’ inanç oluşuyor. Bundan başlı başına nefret etsem de, ustalıktan, kendisine duyduğum saygıdan ve hatta bir dönem ekmeğini yediğimden ötürü devam ediyorum okumaya. Ama tam da burada Orhan Pamuk’a dair hiç hoşlanmadığım durum vuku buluyor yine.
Bir yandan okura “bildiği” şeyleri anlatıp, onları olaya daha kolay dahil edebilmeye çabalarken (ki bu da başlı başına çiğ bir yöntem bana kalırsa) bir yandan da güpegündüz yaşananları, günümüzden, üstperdeci bir tutumla aktarıyor. Hatta aktarmakla kalmıyor -bana kalırsa- okuru, daha doğrusu iyi okuru bilhassa (kimileri bilmeden de yapıyor) manipüle etmeye çalışıyor. Hatta ve hatta yetmiyor, dünyanın en tanınan romancılarından biri olduğu için yabancı insanlara da bu şekilde aksettiriyor. Doğrusu, benim bu konuda aslında çok umursamaz bir hâlim var. Ben yalnızca işi ele alıyorum (yine FZA’ya selamlar olsun) ve diyorum ki hadi manipüle etmeyi bir kenara bırakalım, bu Kafamda Bir Tuhaflık’ta anlatılan, Mevlut’un mu yoksa Türkiye’nin kendisiyle hesaplaşmasının mı öyküsü, orasını çıkaramıyorum.
Tam da bu noktada benim kafadaki tuhaflıklar başlıyor. Bu roman için -üsttekileri saymazsak- yıldıklarımı üç kısımda inceleyebiliriz:
1- Artık her defasında görmekten bıktığım (bu romanda 66 kez) Atatürk ismi verilen okul hastane vb yerlerle dalga geçtiğini sanması bir yenden sonra eeeeehhh dedirtiyor.
2- Pkk’yı “Kürt gerillaları” şeklinde yumuşatması, ardından yine öyküye hiçbir şekilde hizmet etmeyen “Türkçe bilmeyen babaanne”yi eklemesi (“Doğu’daki asker-Kürt gerillaları savaşı sırasında babasının köyü de boşaltılmış, Türkçe bilmeyen babaannesi İstanbul’a gelmişti”) üzüyor. Hatta topyekün bunlarla uğraşmasını son derece sığ bulduğumu da itiraf etmeliyim. (Pekâlâ bu şekilde yazmak istediği bir öyküsü/romanı varsa yazabilir, anlatmaya çalıştığım böyle şeyler yaşanmadı değil, karakter gelişimine, öykünün kendisine katkısının olmamasından.)
3- İş bunlarla sınırlı kalsaydı belki de bu yazıyı bile yazmaz, kilasik OP işte der geçerdim. Ancak zamanında türlü tartışmalara gebe olmuş İlber Ortaylı’nın yaptığı yoruma benzer bir cümleye rastladım. (Kim bilir, hocanınki yanlışlandı ama buradan da biz yürürüz, adımız duyulur, bilen gören varsa asistanlarına falan iletsin =P)
Şöyle bir şey diyor Pamuk:
*Bu kısım romanı okumamışlar için spoiler olabilir*
“Bir başka mezarın kenarına oturttum onu. Rayiha’nın tabutu gömülene, kalabalık dağılana kadar Mevlut yerinden kalkmadı.”
Tabutu mu? Kitabın editörlüğünü yapmış biricik kardeşim Darmin’de de suç bulamıyorum, kesin kendisi diretmiştir. Ama gerçekten mi ya? Tam bu noktada insanların sürekli dediği “Orhan Pamuk İngilizce yazıyor, Türkçe’ye çeviriyorlar” ya da başta iddia ettiğimin tersine “İngilizce düşünüyor, Türkçe yazıyor” safsatasına inanacağım tutuyor neredeyse. Konyalı, başörtülü (köylerinde ilkokulu bitirince takılıyormuş, Mevlut öyle diyor), temizliğe gittiği laiklere namaz kılmadığı konusunda yalan söyleyen Samiha’nın ablası, dincilere oy veren Mevlut’un karısı, başı -bazen de olsa- örtülü kızlarının anası kefenle değil, tabutla gömülüyor öyle mi?
Hani kendisine hâlâ daha övgüler yağdırmasam, karakter ve onların dünyalarını sevmesem (bilhassa 31 anılarına çok gülüyorum), yer yer ortaya çıkan muzipliğiyle keyiflenmesem, bazı çok çok sıradanmış gibi gözüken anlık olayları anlatış şekline dibim düşmese anlayacağım da, gidip bunu nasıl yapıyor, yapabiliyor, bunu gözden nasıl kaçırabiliyor aklım ermiyor.
Bütün bunlara rağmen, yine de yine de yine de, bütün günah ve sevaplarıyla Orhan Pamuk gibi bir yazarımızın olması, onu anadilinden okuyabiliyor olmak, ne kadar kendisi yabancı yazarlar ekseninde edebi ve hayal dünyasını şekillendirse de, harika.
Evet. Bu yazıya da bu son yakışırdı doğrusu =P
En sevdiğim yerli yazar, insan sevdiğine toz konduramıyor:)) Veba Geceleri’nde de bir karakter ile Atatürk’ü karikatürize ettiği söylenmişti, böyle bir şeye kalkışmak…
Hahahaha ben o toz kondurmak konusunda çok iyiyimdir ya. Görüleceği üzere…….
Bazı sanatçıların eserleri kendilerinden daha büyük oluyor.Bu şeye benziyor tüm ülkücülerin gizli gizli Ahmet Kaya hayranlığına😄
Hahahaha buna ne zaman olursa olsun güleceğim galiba ya, gerçekten harika bir tanım