Küçükken odamda minik sarı bir dolabım vardı. Kapağına sakızlardan çıkan etiketleri yapıştırırdım, hatta geçici dövmelerimi bile. Annem izin vermezdi kolumu boyamama. Yazın askılarda duran kışlıkların altında oturur, oyuncaklarımla oynardım. Kapıları tam kapanmaz, tam karanlık olmazdı içerisi hiç. Öğlen, içerisi biraz da ışık alınca odama girip çıkanları gözlerdim. İçerisi bir garip kokardı. Tatları bir tuhaf, yerlerde ve bazen kıyafet ceplerinde duran o beyaz şekerler gibi. Nefes alamaz yukarı kata atardım kendimi. Yorganlar kapatsa da yolumu, zorla sırnaşır, içine girerdim. Sıcağa aldırmaz, belime sarar, karşı apartmanı gözlerdim. O edilgen hâl o kadar hoşuma giderdi ki, nihayetinde yorganlar yakmasa bedenimi, çıkasım gelmezdi.
Bazalar gelmeden önce yatak ve salondaki yemek masası altı da sevdiğim yerlerdendi. İçine girmeyi çok istediğim ancak yalnızca oyuncakları sokabildiğim çalışma masasının açılan gizli bölmesi ve daha sonra en az altı yedi sene benle kalan, açılınca kumar masasına dönüşen zamanın televizyon ünitesi de hep bir gizlilik, kaçakçılık, oyun, hikâye anlatıcılığıydı. Gizliliklerini sevmeme rağmen bu hayattan yok olma, hayalet olma isteği ile birlikte gözlerden uzak ama gözlerden uzak olduğumu da herkes bilsin isteği birleşip ta o zamanlardan bulmuştu belki beni. Aktif bir şekilde alınan pasif olma kararı diyebiliriz buna. (Özümöz buna bilinçli bir teslimiyetçilik diyor.)
Bugün bahsedeceğim What Remains of Edith Finch tüm bu gizlilikleri ne çok sevdiğimi bana yeniden anımsattı. Daha önce Unfinished Swan’dan bahsetmiştim. Bu da aynı yapımcının elinden çıkma ve post’ta bahsettiğimiz Milton’ın ailesinin hikâyesinin anlatıldığı oyun diyebilirim. Oyun diyorum ama aslında “oyun oynanmaya” yönelik bir şey pek sunulmuyor. Görüntülü bir roman diyebiliriz kendisine, yahut mini oyunlu yeni nesil sinema deneyimi belki. Çünkü ne kadar mükemmel olsa da hemen her şeyiyle, bütün sanatların temelinde edebiyatın, öykünün, hikâye anlatıcılığının olduğunu gösteriyor bize. Zaten 2017 oyun ödüllerinde de en iyi hikâye ödülü kendisine verilmiş. (Oyun ödülleri hep olmasa da çoğu zaman daha adaletli diyebilirim ötekilere kıyasla.)
Hikâyesi olmayan herhangi bir şeyin ilgi çekici olmayacağı gibi “güzel” öykülere de rastlamak her geçen gün zorlaşıyor. What Remains of Edith Finch’in hikâyesi ise hem çok güzel, hem çok büyüleyici, hem çok büyülü, hem çok çocuk, hem çok yetişkin, hem çok gerçek, hem çok Unfinished Swan’da sevdiklerimizle bağlantılı, hem çok bağlantılı değil, hem çok acıklı, hem çok şok edici, hem çok muğlak ve daha hem çok’larla uzatabileceğim kadar harika bir şey. Bu harikalığını da 2 saatten kısa oyun süresiyle, anlatının önüne geçmemesiyle veriyor. Hangisine daha çok üzüldüğümü, hangisinin hikâyesinin daha güzel olduğunu seçemiyorum bile. Kalbim o kadar kırık. Belki de Banshees postunda olduğu gibi susmak gerekli şimdi. Gizli geçitlerden tekrar tekrar geçmek, evdeki kitapların hangilerinin gerçekte de olduğuna bakmak, odaları zevkine göre tasarlamak, öyküyü bir kez daha dinlemek gerekli.
Belki de, Sezai Karakoç’a da parantez açmak lazım bu noktada. Hem Edith Finch’in hikâyesi kapsamında çok fazla çağrıştırdığı için şiiri, hem de yazma ve güzeli bulma, bulunca tutup içe çekme ve benimseme bağlamında.
“Şükür ki, öyküden öyküye fark var.”
*
YAĞMUR DUASI
Ben geldim geleli açmadı gökler;
Ya ben bulutları anlamıyorum,
Ya bulutlar benden bir şeyler bekler.
Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum..
Ben geldim geleli açmadı gökler..
Bir yağmur bilirim, bir de kaldırım,
Biri damla damla alnıma düşer;
Diğerinde durur göğe bakarım.
Ne şehir, ne deniz kokan gemiler;
Bir yağmur bilirim, bir de kaldırım.
Nedense aldanmış ilk gece annem,
Afsunlu bir gömlek giydirmiş bana,
İşte vuramadı gökler bana gem,
Dinmedi içimde kopan fırtına.
Nedense ilk gece aldanmış annem.
Biri çıkmış gibi boş bir mezardan,
Ortalıkta ölüm sessizliği var,
Bana ne geldiyse geldi yukardan,
Bana ne yaptıysa yaptı bulutlar.
Biri çıkmış gibi boş bir mezardan.
İyi ki bilmiyor kalabalıklar,
Yağmura bakmayı cam arkasından,
İnsandan insana şükür ki fark var;
– Birine cennetse, birine zindan –
İyi ki bilmiyor kalabalıklar.
Yağmur duasına çıksaydık dostlar,
Bulutlar yarılır, hava açardı,
Şimdi ne ihtimal, ne de imkân var,
Göğe hükmetmekten kolay ne vardı.
Yağmur duasına çıksaydık dostlar!
Ben geldim geleli açmadı gökler;
Ya ben bulutları anlamıyorum,
Ya bulutlar benden bir şeyler bekler,
Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum;
Ben geldim geleli açmadı gökler…
*
Birkaç güne üşenmezsem de Nina Simone’un “öykülere” gönderdiği selamı çevireceğim.