Winona Ryder sevgimden de bu blogda çokça söz ettim. Mesela şu yazıda kendisini dünyanın en güzel kahverengi gözlü insanı diye nitelemişim. Düşününce, bunu acaba sonraları kaç kişi için daha söyledim? Dönüp geriye baktığımda (başkaları sorduğunda yok-mok desem de) “celebrity crush” denen naneyi de dibine dek yaşamışım küçükken. Hepsi de birbirine benziyormuş hakikaten. Hatta geçenlerde (dört-beş ayı var) zincirleri kırıp bir eski sevgilimle buluşmuş, kendisine eski sevgilimi göstermemi isteyince daha görmeden nasıl bir tipe sahip olduğunu bildiğini söyleyivermişti. Haklıydı. Sarışın bombalıktan, acıklı ve muzır bakışlı kumrallara geçişim aslında hayatımı özetler gibi. Neyse.
Bazı filmleri çok kadersel (lafa gel) bir şekilde izliyorum. Daha önce çok fazla romantik-komedi izlediğimden de bahsetmiştim. (Verilen linklerin de 10+ senelik olması insanı bi’ üzüyor be bilog.) Bunları sahiden neden izlediğimi bilemiyorum. Belki çok baş ağrıtmadığı için. Belki 500 Days of Summer’ın Tom’u üzünçlü İngiliz pop dinleyerek büyümüş ve aşkı aramış olması misali ben de romantik komedi izleyerek büyümüşüm. Belki de bu yüzden anlam arayışı, aşk arayışı, sevme ve sevilme ve ait olma ve teslim olmalarla çevirmişim etrafımı. En küçük şeylerde kaçmış, en büyüklerde direnmişim. Neyse 2.
Bugün bahsedeceğim film ise daha önce bahsettiğim filmler kadar güzel olmayan Reality Bites. Bir şekilde kendisini izletiyor ama. Yoo, hayır, bu sefer manyaklıktan Winona’nın bütün filmlerini izleyerek ulaşmadım filme. Hikâyesi daha absürt, hatta çokça geç kalınmışlıklar bezeli ve garip.
Bir gün Jim Jarmusch’un bence en güzel filmini (aslında bir kez daha izlemeli böyle demeden ya, neyse), Night on Earth‘ü izlemişim ve bende Winona Ryder sevgisi peyda olmuş. Yatıp kalkıp Winona aşağı Winona yukarı takılıyorum. O zamanlar da (şimdi de çok farklı değil ya) sevdiğim bir şeyin bir parçasının bende olması fikri, ona dair bir şeye sahip olma isteği fevkalade McDonald’s çocuğu edasıyla vuku bulmuş. Tesadüf bu ya, tam da o dönem internette alışveriş yaparken “içerik içinde ara” butonunu keşfetmişim detaylardan. İstediğim kişiye dair ne varsa önce başlıklarda arıyor, yetmiyor, içinde bir yerde (toplu satışlar oluyor çünkü) geçer mi diye aratıyorum. İşte yine öyle bir günde, sadece iki adam ve bir kadının olduğu birazdan bahsedeceğim film müzikleri CD’sini görüyor, hemen sepetime ekleyip siparişi tamamlıyorum. (Allah senden razı olsun internetten filmin konusunu kopyalayıp yapıştıran büyük pazarlamacı başkan.) Böylece Winona Ryder’a dair bir şey daha elime geçmiş oluyor. Reality Bites müzikleri. İçinden çıkan kitapçıktaki fotoğraflara bakıp, 1994 baskısı bu CD’yi rafa kaldırıyorum. Sonrasında, daha geçtiğimiz güne dek hatırlamamacasına, filmi izleyip izlemediğimi, hatta müzikleri dinleyip dinlemediğimi bile unutuyorum.
Günlerden bir gün, arabada kaset çalınamaması sinirime dokunmaya başlıyor. Oysa Bodrum yollarında hep İlhan Şeşen kasedi çalıyor. Evdeki 60-70 küsür kaset için bir formül düşünüyorum.
- Hepsini çöpe at.
- Hepsini dolapta, orda-burda sat.
- Teyp al.
Elbette seçim malum. Başlıyorum hem yer kaplamayacak, hem güzel ses çıkaracak, hem hoparlörleri kendiliğinden ve stereo olan, hem ağır olmayan, hem bu kadar oldu bari CD de oynatsın dediğim teypler bakmaya. Daha teyp gelmeden kasetleri raflara dizer hâlde buluyorum kendimi, üst üste ve yan yana. Oluşturdukları renkler hoşuma gidiyor. Yabancıları bir yere, yerlileri başka yere diziyorum. Daha da hoşlaşıyor, eski bir dünya daha yaratıyorum kendimce ve kendime. Oturup seyrediyorum bir süre onları. Kasetlerden boşalan yere CD’leri yerleştirmeye girişiyorum. Onları da yerli ve yabancı diye ayırayım derken şu Reality Bites müzikleri çarpıyor gözüme. İçini açıp, kitapçıktaki fotoğraflara bakıyorum. Ne de severdim orospuyu diyorum. Bu defa tutup filmi indiriyorum. Diyorum seyredeyim bari şunu ya, 20 sene geçti belki üstünden, zamanıdır artık. Ne diye almışım hem bunu ben?
Film, aslında hem güzel hem de değil. “Genre” tam da bu. Çünkü bu zaman için pek yeni bir şey sunmuyor insana, yani bana. Evet, anlattığı gibi üniversite sonrası hâlâ insanlar ne yapacağını bilemiyor, evet hâlâ sürükleniyor ve anlamsız ilişkilerle mücadele ediyor ve ilgi bekliyor. Evet, hâlâ koleksiyon yapanlarımız ve renkli kaset kaplarının rafta oluşturduğu görüntüyü izlemekten hoşlananlarımız var ama daha farklı bir şey var mı, orasını bilmi—
Biliyorum. Aslında filmi yarım göz izlerken birden bir şey oluyor ve müthiş keyiflenmiş hâlde buluyorum kendimi. Çünkü geçen bir sahne, pek sevgili Edmond Jabes’in “belki de kitaptır umut” dizelerini çağrıştırıyor bana. Güç veriyor, teyp almamı sağlıyor. Kasetlerin oluşturduğu renklerin müsebbibi oluyor. Bana, beni ve değerimi hatırlatıyor. Evet, gerçek şu ki beni bir kere tanımış bir insanın hayatında benden daha gerçek kimse bir daha ya hiç olmaz ya da çok zor olur. Ve benden tamamen kopmadıkça da hayatına normal bir şekilde devam edemez. Aklının kıyısında köşesinde hep ben olurum.
Bu film, bana, bu zamana dek neden izlemediğimi, neden izleyip unuttuğumu, bilinçdışımı anlatıyor. Bir yazı yazdırıyor. Bu yüzden fazlaca klişe bitse de aşağıdaki alıntı hat’rına kendisi ile güzel vedalaşıyorum. Kulak memesini ısırıp bırakıyorum. Çünkü biliyorum ki onun gibisi bir daha zor gelir. Ve benim gibisi de onu biraz zor anlar. Alıntı şunu diyor:
“Üzgünüm. Beni kendi istediğin kalıba sokamazsın. Belki kötü şeyler yapar, seni incitir, hesapsızca kaçıp giderim. Ve bu da benden sonsuza dek nefret edebileceğini düşündürüverir sana. Bunu seni nasıl korkuttuğunun da farkındayım. Çünkü sen de şunu çok iyi biliyorsun ki ben, şu hayatta sahip olup olabileceğin tek gerçek şeyim.”
Reality Bites müzikleri dedik onca, bir de filmden şarkı ile kapanışı yapalım: