Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Geçmiş Zaman Olur Ki #4 (Kendini artık tanıyamamak ve Eren)

Hem “kendimi tanımıyorum” demek bile kendimi tanımak değil mi zaten?

Vay benim güzel kardeşim be. Bir süredir bildiğiniz gibi geçmişle yüzleşip eski yazılarımı okuyorum. Aslında daha çok eski beni hatırlamaya, gerçekten mutlu muydum yahut mutlu taklidi mi yapıyordum anlamaya çalışıyorum. Belki -varsa- güzel özelliklerimi hatırlatmaya, değişenlerin neden değiştiğini irdelemeye, kötüleri törpülemeye çalışıyorum. Belki de en doğrusu yazının başlığında dendiği gibi kendimi tanımaya çalışıyorum.

Günlerden bir gün, eskiden daha sık rast geldiğimiz ama bir bir hayatlarını kaybeden bilge insanlardan söz ediyoruz. Yani aslında okumamış ama bilenlerden, bu bilgiye nasıl ulaştıklarından vesaire. Elle tutulur bir cevap bulamayıp, belki düşünmeye daha çok zaman vardı deyip konuyu geçiştiriyoruz.

Günümüzde yeni bir düşünceye ulaşabilmek ne yazık ki çok mümkün görünmüyor. Nedir yani yeni mesela? Maalesef aklımızın bir sınırı var ve yeninin zaten prototipi öngörülmüş durumda. Bugün birisi yıldızlar arası seyahat ediyoruz dese kim şaşırır? Ya da uçan arabalar nihayet çıksa, başka bir yerde koloni kurulsa, hatta ölümsüzlük bulunsa, ölüler dirilse? Zannediyorum pek kimse şaşırmaz.

Ama sorun zaten burada başlıyor. Bütün bunları ilk akıl eden neye dayanarak hayal etti? Hadi çok uçmayalım, mesela ilk kim her şey çok romantik, ayyyyy içim çıktı vıcık vıcık, artık biraz gerçekçi yazmalıyız diyerek realizme geçiş sürecini nasıl başlattı? Neye dayanarak, hangi bilgiye dayanarak dedi yani bunu? Zannediyorum bilgelik dediğimiz mefhum tam da burada başlıyor. Yani onu bir yerde hissediyorsun, bilmiyorum orası neresi, hayal dünyası olabilir, düşünce olabilir. Ki, neresi olduğu da önemli değil. Çünkü çoğu zaman, senin başlattığını bir başkası, çoğunlukla senden sonra gelen ya da esinlenen biri, onu daha iyiye dönüştürüyor. Çünkü fikir bulanlar o fikirle boğuşurken en iyisini yaratamıyor, ancak miras bırakabiliyor. Ve bizim artık miras bırakabileceğimiz bir şey kalmadı.

Bütün bunları niye anlattım? Evet, doğru, üstteki yazı bana cahil bilgeliğimi anımsattı da ondan. Yani bilgeliğe ulaşmak genetik olabilir, düşünme ile gelişiyor olabilir. Hatta fazla entellektüellik bilgeliği köreltiyor bile olabilir. Çünkü fikir hiçbir zaman senin olmuyor, okuyorsan okuduklarından, okutmanlarından, okuldaki arkadaşlarından öğrendiğinin bir karması oluyor. Çünkü bugün hayatımda bir şekilde olan insanlara benle ilgili sevdiği ve sevmediği üç şeyi sorsam da bir temel oturtamayacağımı, aslında karakterli bir karaktersiz olduğumu, bunun her insanda farklı tezahürleri olabileceğini yine eski ben bana söylüyor. Diyor ki, kendini tanımak zorunda değilsin, ötekileri, yargıları da umursaman gereken bir şey değil. Çünkü sen onların bildikleri değilsin. Dümdüz bana maskülenite bombalığı taslıyor anlayacağınız. Nasıl biliyor? Bunu çok bilemiyorum, zannediyorum içinde bir yerlerden biliyor. Ki, bu da yazdığımız gibi önemli değil. Çünkü konumuz da o değil.

*

Yazıya o zamanlar blog’u beraber tuttuğumuz Eren yorum atmış. Canım Erenim. Kim bilir o bu yazıyı hiç görecek mi? Bir gün belki. Blog’u yazmaya başladığımda Eren bana sonradan dahil olmuştu. Zannediyorum yaklaşık 1 sene kadar beraberdik, sonra da aldı başını gitti. Şaka şaka, ben götlük yaptım. Belki çocukluk bile denilebilir o zaman için. Hikâye şöyle. Çok salak ama anlatayım.

Blog’un en hızlı büyümesinin yaşandığı 10-11 arasında Eren ile kim daha iyi yazacak yarışması içindeydik. Ben bilge olan taraftaydım, Eren ise iyi yazan tarafta. Daha ilgi çekici şeyler ben buluyordum ama Eren benden daha iyi söylüyordu. Aramızda hep futbol takımları için söylenegelen “tatlı bir rekabet” vardı. Bir gün o, bir gün ben, aramızda top çeviriyorduk. Sonra bir gün ben buna Kramer Kramer’e Karşı filminden bahsettim. (Ya da başka bir film, tam hatırlamıyorum.) Ama tembih şöyleydi, Bak bunu blog’a yazma ama tamam mı? Elbette yazdı, sonradan işte özgürlük, o bu, yok efendim sen bana karışamazsın, hayır karışırımlar derken kavgalarla kendi blogunu kurdu. O günden beri de kendisiyle bir söyleyişimiz dışında konuştuk mu hatırlamıyorum. Yazıyı neden yazmamasını istemiştim onu da çok çıkaramıyorum. Acaba ben mi hakkında bir şey yazacaktım, yoksa sırası mı değildi bahsetmenin, daha paylaşacak kadar zaman mı geçmemişti izlememin üzerinden (hâlâ var böyle bir şey) emin değilim.

Belki de zaten ayrılacaktı da kılıfı mı bu olmuştu, eh, onu da söyleyemem. Bildiğim tek şey eski bir arkadaşlık (valla bu yazıların konduğu zamanlara çocukluk diyoruz da, o zaman Eren’i tanıma yaşım bebekliğe denk geliyor) bu yazılardan sonra son buldu. Belki de o bahsettiğim rekabet pek “tatlı” ilerlemiyormuş da haberim yokmuş diyebiliyorum anca. Çok uzak olunca insan o yıllara, yazsa bile ne düşünebildiğini artık hatırlayamıyor. Çünkü aslında yazdığı anda dahi, gerçek düşüncesi o düşüncesi olmuyor. Umarım beni affetmiştir Eren. Koca adam oldu artık, biraz da affetsin artık yeter bakalım!!!111!!!

Gerçi, Eren’in ayrılışı bende pozitif bir etki yaptı da diyebilirim. Sayesinde artık kendi başıma çabalamaya, daha güzel şeyler söylemeye çalıştım. Ve başardım da. Ama artık bilge değilim ve belki de hiç olamayacağım. Olsun, daha iyi yazıyor olmak da yeterli =P

, , ,

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »