Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

The Banshees of Inisherin’in hissettirdikleri

Yazının başlığını daha uygun seçemedim ve hatta seçemezdim. Aslında uzun süre film hakkında konuşmak isteyip istemediğimi bilemez bi’ hâldeydim, çünkü bittikten sonra bir daha konuşamamacasına susmak, sadece susmak istemiştim. Sonra film hakkında susarak yazı yazabileceğim fikri aklıma düşüverdi.

Bu zamana kadar birçok eserle muhattap olurken şiddetli baş dönmeleri hissettim. Bu hâletiruhiyeden beni mahrum edecek her şeye, belki en çok da bu yüzden, çok ama çok mesafeliyim. Film ya da kitap bitene kadar hakkında fragman dahil hiçbir şey izlemem ve konusu da dahil hiçbir şey okumam. Beni şaşırt, çıldırt, mutlu et, üz, yerden yere çal, tiksindir, güldür, nefret ettir düşünceleri hep benimle beraberdir ve beraber olmaları gereklidir diye düşünürüm. Bu yüzden de bir eseri, bilhassa o coşkun hâldeyken, -bazen gereksiz şekilde- inanılmaz yüceltirken bazen de yerlere çaldığım görülmüştür. (Esas komik olan, eser hakkındaki nihai kararımı ona ikinci kez maruz kaldığımda vermemdir ya, neyse.)

Seçimlerimi ise daha önce okuduklarım/izlediklerim belirler. Hayran olduklarım, ne yapsa izlediklerim, onların hayranları ve ne yapsa izledikleri derken ne yaparsak yapalım (inanın yapıyorum) sonu gelmeyecek bir okuma-izleme listesine sahip olmuş hâlde buluveririz kendimizi. Tam bu noktada, biraz da ölüm korkusuyla sapıtıp her şeyi tüketme odaklı biri olmakla, keyfi ve ömrü ne kadarına yetiyorsa o kadarına odaklı bir tüketici olmak arasında yaptığımız seçim ise kritiktir. (İkisi de oldum.)

Zannediyorum sanatı, popüler herhangi bir şeyden ayıran da belki de bu bahsettiğim tüketim şekli, daha doğrusu tüketilememesidir. İşte tam da bu yüzden, tam da en beklenmedik anda karşıma çıkma ihtimali olan bu tür eserlere hemen teslim edivermiş bulurum kendimi, belki böylesi bir daha hiç çıkmayacak karşıma düsturu ile. Baş dönmesinin tadına varırım.

Buna mukabil, zaman zaman, taarruz başladığında, kitabı kapadığım ya da filmi durdurduğum da görülmüştür. Ön sevişmeyi uzatmak ya da normal şartlar altında elde edemeyeceğini bildiğin bir şey için şöyle bir geriye yaslanıp dünyaya bakma, ya ben şu an ne yaşıyorum abi diye düşünme de diyebiliriz belki buna.

Bu tür eserlerle karşılaştığımda beni dehşete düşüren fikirdir. Tamamlanmış hâli değil, hayır. Fikrin esere dönüşürse ne kadar güzel olabileceğine dair eser sahibinin kendini inandırış aşamasıdır bana çekici gelen. Yazı yazmada tıkanıklığa sebebiyet veren de aslında budur çokça. O fikir, yazarı artık heyecanlandırmıyordur. Bu bazen fikirle sürekli meşguliyetten süregelebileceği gibi bazen de fikrin daha önce maruz kaldıkları ya da kendi yarattıkları yanında düşük seviyede kalmasından ötürüdür.

Edebiyatta (ve aslında iyi sinemada da) öykü bir sorunla başlar. Sorun da o bildiğimiz, öngörülebilir akışı bozan durumdan ibarettir. Sorunun inanılmaz yüzeysel bir fenomen oluşu ise hiçbir şekilde sorun teşkil etmez. Öykü de zaten bununla ilgilenmez. Önemli olan o bilindik akışı bozmaktır. Turgut Uyar’ın “benim dengemi bozmayınız” derken yaptığı da aslında tam da budur. Bir yandan bende artık öykülere yer kalmadı derken kendisi elbette yeni bir öykü yaratmaktadır.

Öyküdeki sorun, ileride muhakkak bir dönüşüme yol açmalıdır. Genelde iyi bir fikir de bu aşamada tıkanır. Ya dönüşüm yeterince inandırıcı gelmez ya da tamamlanamamıştır. Tekdüzedir, yüzeyseldir.

Banshees ise tam tersi. Birden öyle bi’ başlıyor ki, insanın bayılmamasına imkân bırakmıyor. Kalp çarpıntılarına bir bardak su iyi geliyor.

Öykü, belki içten içe hepimizin yapmayı çok istediği ama bazen de yapmaktan çekindiği bir meseleyi öyle güzel ve öyle olağan ve öyle mantıklı bakış açısıyla ele alıyor ve dönüşümü o kadar güzel tamamlıyor ki hakkında ancak susulabiliyor.

(Bundan sonrası, konuyu hiç bilmiyorsanız, ya da benim gibi fragman o-bu hiç bakmadıysanız ve filmi izlemek istiyorsanız kimilerince spoiler kabul edilebilir. Ama aslında yazının geri kalanı bir altmetin ve metafor incelemesi olmayacağından kabul edilemeyebilir de.)

Hayatımız kabul etmek istesek de istemesek de inanılmaz tekdüzelikte geçiyor. Buna sebebiyet veren de yine güvende hissetme ihtiyacımızdan ötürü bizleriz. Bize iyi gelmeyen şeyleri bile değiştirmekte tereddüt etmemizin sebebi tam da bu güvende hissetme ihtiyacından vuku buluyor. Zamanımız sömürülüyor ve bu şekilde çürüyüp gidiyoruz. Artık biraz da o yüzden daha çok şaşırıyoruz zamanında 40 yaşında torun-torba sahibi olmuşlara. Çünkü bu sistem öyle bir işliyor ki hem yaşlanmış görünmüyorsun hem yaşadığını anlamıyorsun. Hem istediklerini yapmana izin vermiyor gibi de ama aslında bir yandan mutlu gibisin de, bu yüzden karar alamıyor ya da veremiyorsun. Ama bir yandan da her şeyi çoktan bildiğini çoktan biliyorsun Enzensberger’in deyişiyle. (Ya da böyle olduğunu düşünüyorsun diyebiliriz, ki bu daha da büyük bi’ sorun.)

Birçoğumuzun hayatı gibi arkadaşlıkları da belli başlı bir rutinden ileri geliyor. Bu rutin buluşmalarda çok azımız yahu ben niye buradayım ya da burada ne yapıyorum, bu bana ne kazandırıyor gibi şeyleri sorabiliyor ya da sorsak bile bunu değiştirmek için eyleme geçebiliyoruz. Hatta belki de bu yüzden buluşmalarda sıklıkla telefona bakıyor, birlikte oyun oynuyor ya da alışverişe çıkıyoruz.

Çünkü arkadaşlığın aşktan ya da aileden farkı karşılıksız olamamasıdır. The Banshees of Inisherin, iki arkadaşın öyküsünü, yani sorununu buradan başlatıyor. Bir gün müzisyen arkadaş, sadece iyi olmasıyla bilinen öteki arkadaşı ile görünürde hiçbir nedeni yokken konuşmama kararı alıyor. Öykü sadece bu kadarla sınırlı kalsa bile benim için yeterince çıldırtıcı olabilecekken burada başlıyor. Deliliğe bakar mısınız?

Bu karar, bizim gibi “iyi” insanlara çok sert geliyor elbette. Yani neden ki şimdi, az görüşebilirdi, merhaba-merhaba olabilirdi birden “kesip atması” çok saçma gibi sorular üşüşüyor zihnimizde. Çünkü biz, 21. yüzyıl insanları, hiçbir şeyden kopamayan, kopsa da geri dönebilen, ya da koptuklarımızı bir şekilde takip edebileceğimiz bir çağda yaşıyoruz. Birine, aile dahil, maruz kalmak nedir çok bilemiyoruz. Çünkü hiç sıkı bağlarımız olmamış hatta bunun olmamasını kendi tercihimizmiş gibi kafamızda bellemişiz. Çünkü görüşürüz deyip görüşmemekte, ararım deyip aramamakta, snoblukta bir beis, hiçbir kabahat görmüyoruz. Yani, çoktan bildiğimizi çoktan biliyoruz.

Ama sanatçı (Colm) iyi olan arkadaşını (Pádraic) gerçekten sevdiği için bunu ona söylüyor. Çünkü ondan başka bir uğraşı var. Çünkü korkuyor. Çünkü biliyor. Bir şeyler yapmak isterken hep bir ayak bağına maruz kalmaktan tükenmiş, kimse ile bunu konuşamamaktan ve derdini anlatamamaktan, anlatsa da anlamayacaklardan ve anlamayacaklarını da çoktan biliyor olmasından tükenmiş birisi Colm. Bu dürüstlük ise o hakkında susacağımız dönüşüme yol açıyor.

Çok güzel incelemelerini okuduğum filmde, asıl anlatılmak istenenlerden, kullanılan metaforlara dek birçok yazıya denk geldim. İnternette bulabilirsiniz. Ama benim için filmi inanılmaz kılan, neredeyse dört karaktere de eşit yaklaşıp dönüşümü gerçekleştiren öyküsünedir. Alt metni yeterince takdir alsa da bize dümdüz anlatılan da öyküsü de harikadır, sakladıkları ve sildikleriyle. (Hatta bu yüzden, benim filme dair tek sevmediğim kısım için kör göze parmak dercesine eklenen son günah çıkarma sahnesidir bile diyebilirim.)

Film hakkında şimdilik susuyorum. Hissettiklerim hâlâ bâki. Colm, Pádraic, Siobhán ve Dominic, sizi çok seviyorum.

, , ,

5 responses to “The Banshees of Inisherin’in hissettirdikleri”

  1. drifter Avatar

    Eh yani!
    hakikaten epeydir o anlattığın susuşu bu kadar hakeden bi film seyretmemiştim.
    Ama beni biliyorsun, bunu buraya not düşmezsem bu susuş eksik kalır.
    Kalmasın.

    Jenny’nin ( eşeğinin) ölüsünü bulduğu sahnede o ağıt kabilinden yükselen müzik Brahms’ın Sechs Gesänge (6 şarki)’nin beşincisiymiş yani Die Trauernde.

    Zaten buranda tuttuğun yaşı tutama diye nasıl giriyor o kadın öyle. Dedim ne anlatıyor acaba? (Jessye Norman’mış performer)

    Die Trauernde ‘Yas’ demek. şunları söylüyor şarkıda

    Annem beni sevmezdi, bende bir hazine yok diye.
    Ne diye ölmüyorum?
    Ne yaparsın?
    Dün, daha önce hiç gitmediğim bir panayıra gidecektim
    gitmedim.
    çünkü beni çok yaralıyor.
    Dans etmeyi bilmiyor oluşum.
    Haçın üstünde tomurcuklanacak üç tane gül bırak
    Eğer altında yatan kızı tanıyorsan.

    Son sahnedeki ise yine aynı serinin 3. şarkısı Anklänge yani Echoes

    O da şunları söylüyor:

    Suskun tepelerin yükseklerinde
    Ormanda bir ev vardır.
    Öyle yalnızdır ki ormana bakarken.
    İçinde bir kız oturur suskun akşamlarda
    Gelinliğinin ipeksi ipliklerini eğirir.

    O zaman herkese iyi susuşlar
    😉

  2. buster Avatar

    krkrk yine drifter bizim yazıyı yorumuyla gölgede bıraktı, seviyoruz kendini.

    şey de çok acayip değil mi benim bunları bilmeden susmam? resmen yine yükseldim, açıp bir daha izlememek için zor tutuyorum kendimi, çıldırıcam artık (ironi wağz iyır)

  3. drifter Avatar

    Yok yazı çokk iyi! biliyorsun sen de.

    Benim ruhastası işkillenmelerim, alla'n cezası dürtülerim ve dip not merakım ve ama sadece bu tip şeylere hiç üşenmeyişime takdiri ilahi diyor geçiyoruz (krkrkr.)

  4. buster Avatar

    hahahaha yoo bilmiyorum. bana hep fena değil gelir yani yüzde sekseni.

    Hahahahhaa delü, seni de zaten böyle seviyoruz araş gazeteci drifter =P

  5. […] hangisinin hikâyesinin daha güzel olduğunu seçemiyorum bile. Kalbim o kadar kırık. Belki de Banshees postunda olduğu gibi susmak gerekli şimdi. Gizli geçitlerden tekrar tekrar geçmek, evdeki […]

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »