Bu hafta yine kültür mantarlığı yaptığım bir dönemi geride bıraktım, yani aslında hafta bitmedi evet, ama bana bu kadarı yeter. Pek sevgili “kardocum”un (asdfhugklg) baskısı üzerine IKSV kapsamında nefis bir filme gittim. Ve onun verdiği aşkla da, birkaç gün sonra dediği, “Talimhane Tiyatrosunda Lorca oyunu varmış, Kanlı Düğün, herkes geliyor, gidelim, sen de gel”ine karşı koyamadım çünkü nefisti film dediğim gibi, müthiş bir referanstı, artık ona güvenebilir ve istediği yerleri sorgulamaksızın bir süre gidebilirdim ve en az kendisi kadar nefis iki insanla da tiyatronun yolunu tutmak da işin pekâlâ artısıydı. Burası aslında elbette işin hikâyesi, ve elbette ben sanattan pek anlamam, ama sanattan anlayanların birazdan sıralayacağım halleri beni öldürüyor. Yazacaklarım kesinlikle “sadece” bir Kanlı Düğün eleştirisi değildir, bu bir yeraltı tiyatrosu eleştirisidir; bu bir sadece Türkiye’deki tiyatro eleştirisi değil, bütün dünyadaki tiyatroları kapsayan genel bir eleştiridir ki sonuna İngiltere’den komikli videoyu da ekleyeceğim.
– Ya artık tiyatro sanatının çağdışı olduğunu ne yazık ki kabul etmeliyiz ya da dünyadaki her sanat dalı değişirken, başkalaşırken, başka başka yollarla seyiricisi karşısına çıkarken “salt metin okuyarak, tirad atan” tiyatro anlayışına son vermeliyiz. Tiradı atıyorsak da gerçekçi olmasına her şeyden çok özen göstermeliyiz.
– Bu işin yönetmenlerinin işi bilmediğini anlamak aslında çok kolay, her ne kadar iyi, tanınmış, efsane kabul edilirlerse edilsin, çağdışı kaldıkları çok açık. Tiyatro dediğimiz şey, okunmak için mi yazılmış oynanmak için mi, eğer oynanmak içinse nasıl oynanır önce bunu tetkik edelim. Sözgelimi bir köylü ana olsun, bu köylü ana nasıl konuşur? Bence diyalog yazmadaki en zor iş budur. Artık elimizde yazılı ve çevrilmiş bir metin olduğuna göre bu kısmı atlayalım, ve bu köylü ananın konuştuğu gibi yazıldı diyelim, mesela Lorca beyimiz, 32 yaşında aslında iyi bir şair olmasına rağmen oturdu ve nefis yazdı diyelim, bu nasıl oynanır, nasıl konuşur? Uzun bir pasaj varsa elimizde bunu bu kadın hiç teklemeden mi söyler, hadi o söyledi diyelim, karşısındaki hemen “robotik” bir şekilde mi cevap verir, hiç boşluk, durma, duraklama yok mudur? Tiyatro okumak zordur, oynamak zordur, oynatmak daha da zordur. Çünkü romandaki gibi “dedi ve iç çekti, dertli kederli söyledi, gözlerini devirdi, gözlerini dikip konuştu,” vs gibi gibi gibi şeyler yoktur. Bunlar aslında bir diyalogu, roman ya da öykü yapan şeylerdir ve oldukça nadir yazılır. Burada esas önemli olan yönetmen, yazar, çeviren tam da bu noktada devreye girer, girmelidir. Lorca henüz 32 yaşındayken, kadınlar hakkında bir şey bilmezken, anneler nasıl konuşur çevresinde gözleyeceği hiçbir köylü olmamışken (kendisi her babadan zenginin olduğu gibi sonradan solcu takılmıştır), okuduğu gazete sütunlarından, sanat için sanatlı, sembolistik ve bir o kadar da romantik karakterlere uzun tiradlar attırıyor, aslında olmayanları, asla olmayacakları, tamamen gerçekçilikten çok uzak bir dille sunuyorken, romantikken, eşcinselken, erkek karakteri kadın, kadın karakterleri erkek yaparken, burada, tam bu anda “uyarlama” dediğimiz şey devreye giriyor. Bu işin bir uyarlama olması. Bu işin başka bir tiyatroda, 80 sene sonra, başka bir ülkede bir grup oyuncu ile yapılıyorsa bu budur, bu şekle dönüşmesi gerekir, başkalaşması gerekir. Evet, bu birtakım tiyatro bağnazları tarafından teklif edilmesi dahi kabul edilemeyecek gibi gözükse de, ne yazık ki zaman değişiyor dostlarım. Bir tiyatro nasıl uyarlanır sevgili okur, bu çok mühimdir. Ve “uyarlayan”ın olmaması ise daha da fenası. İşte tüm bunlar, bu gerçekçilikten uzak tutum, her şeyin en fenasıdır, hep güzel karakterlerle (ki bunun İspanyol versiyonundaki kişileri ve kılıklarını ve konuşmalarını görmelisiniz) özellikle hasbelkader çok gerçekçi olduğunu söylediğiniz bir oyun oynuyorsanız. Bu yaptığınız dansları, görselliği bir kenara bırakıp, sadece günlerce üzerinde uğraşmanız gereken bu durumdur. Ne yazık ki, bu çoğu zaman, çoğu yerde atlanan çok ama çok mühim bir durum. Seyirciyi kendinden uzaklaştıran, o anda, o programdan geri çeken bir illet.
– Bu aslında yukarıdakiyle bağlantılı ama, yine ayrı bir yerde dursun: R sesi, -yor’daki. Bu ses Türkçe konuşurken yutulur arkadaşlar. Yapıyordum yazan şey, yıllardır çet dilinde yazdığınız gibi, yutulur işte o, konuşulurken. Bu, eğer gerçek hayatta böyleyse tiyatroda da böyle olmalıdır. Oscar Wilde deyimiyle, Edebiyat gerçekten daha gerçekse, sanat da gerçekten daha gerçek olmalıdır, çünkü zaten tiyatro esasında oynana dek bir edebi yazım türüdür ve “-yor”lardaki, R’ler müthiş mühimdir ki böyle söylenmemelidir, hele onlarca kişinin önünde. Sanat toplum nasılsa öyledir, sanatçı toplum nasılsa öyle konuşur.
– Buradan hemen bir sonraki maddeyle bağlantılı olacak şekilde ilerlersek, bir köylü, hiç yukarıdaki gibi konuşmaz, hadi konuştu diyelim, çünkü biz İspanyol köylüsünü canlandıramayacağız diyelim, o zaman karakterlerin adı bunlar olmaz. O da değilse kıyafetleri böyle olmaz, hiçbiri değilse demek bu oyun uyarlanamaz. Hadi diyelim ki oynandı, hakkının verilmesi gerekir. Birbirinin laflarını bitirmesini zor bekleyen, hatta çişi gelmişçesine bekleyen oyuncularla bu işler, ne yazık ki olmaz. Elbette ki, dediğim gibi, bu sadece genel bir tiyatro sorunudur. Keşke bir dönem olduğu gibi yazanlar tarafından yönetilse, ya da beraber izlense provalar, ve oynansa bu oyunlar dediğim olur. Ne yazık ki Çehov, Lorca, Brecht, Shakespeare ve bazen de Williams için bu dediklerimizin geçerli olması imkansız. E o zaman ne yapılabilir, en başta dediğim gibi uyarlanabilir, metinlerle oynanabilir, değişebilir, dönüşebilir. 100 sene aradan sonra aynı etkide bir oyun olacağını varsaymak hafif tabirle, şaşkınlıktır. Çehov’un Gorki’ye verdiği tiyatro yazarken, hatta genel olarak yazarken verdiği öğütler gibi şeyler ise şurada belirttiğim gibi hâlâ geçerlidir. Buradaki “halbuki edebiyat bir saniyede zihne kazınmalıdır.” ise inanılmaz önemli. Tiyatro ne kadar bağlarından kopuk olursa, o kadar anlamsızlaşır.
– Dans ederek şarkı söylemek çok zordur, müziğin arkasında kalmamak, yükselebilmek önemlidir, küçücük bir salona hükmedebilmek, daha doğrusu hükmedememek ise fazlasıyla sorundur. Dans ederek şarkı söyleyenlerin biraz daha bağırabilmesi, biraz daha yüksek sesle söylemesi gereklidir. Biliyorum ki, tiyatrocuların çoğu fevkalade bir şan dersi alıyor, müzik konusunda çok da eğitimliler, ama herkesi bastırmak zorundasın şarkı okurken ve bu ne kadar zor olursa olsun senin görevin, işin, aşkın artık her ne diyorsan. Buna biraz daha dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum.
– He oyun(lar)da güzel taraflar yok muydu elbette vardı, vardıR, oyuncuların “oyunculukları” gayet yerindeydi, inandırıcıydı, bence gelinin yedeği olduğunu düşündüğüm danscı kişi de en az gelin kadar yetenekli biri olabilir (bu tamamen benim uydurmam), zaten esasında şair olan Lorca’mızın çeviri şiirleri, şarkıları, kostümleri, canlılık hepsi fevkaladeydi; gitar, flamenko güzeldi. Ama bunların hemen hepsi güzel olsa da, geride kalan her şey mükemmel ilerlese de, yazının başındaki insanlar kadar nefis de olsalar bu “tiyatro yapmacıklığı”, tiyatroyu yönetenlerin belirli bir zümreyi hiç incelemeyişleri (o zümreyi oynarlarken), tiyatroyu geride bırakan, bıraktıran nedenlerden. Örneğin Closer yazısı yazmıştık ya, o da sinemaya uyarlanan bir tiyatro aslında, ve her halinden mükemmel uyarlandığı belli. Çünkü uyarlayan da aslında tiyatronun yazarı. Ve ikisinin de oyunu yazdığı yaş aynı, ve bu zamanda günümüzün değerleri ile bağlantılı olan, kendisini izlettiren, daha evrensel hangisi derseniz cevabım hiç düşünmeksizin Kanlı Düğün olmazdı.
Bu da sözünü verdiğimiz videomuz: “If this was on television, nobody would be watching.”
—
Bir arkadaşımla iş çıkışı bululmuştuk ve Karaköy’e yürüyor, sanat yönetmeni müdürü tayfasından biri olan, ve ikide bir “Ben 3’ü bir arada içEmiyorum, ben Nescafe Gold içEmiyorum”cu olmasını eleştirmiş, bayağı arkasından sallamış ve eğlenmiştik. Çünkü ne demek içEmiyorum, yani kan bile, çiş bile, bok suyu bile olsa içEbilirsin. Ha içmiyorum, tercih etmiyorum, kahve tadı alamıyorum, onlar kanserojenli vs. diyebilirsin. Ama içEmemek, son derece sığ bir laf. İçenleri hâkir gören, burnu büyük, salak lafı. Ama bu sığdan daha sığır Kaygan diye bir efendiyle tanıştık, daha doğrusu tanışmış arkadaşlarımız. Bu sığır efendimiz, McDonald’s gömdük geldik deyince arkadaşlarımız:
“Yeaağ, bu devirde hâlâğ McDonald’s yiyen mi var yağğ, pfff,” demiş. Şimdi bu arkadaşın yanında ben yoktum ki buradan laf yetiştiriyorum. Verilebilecek cevaplar:
1- Sanane.
2- Sen kimsin yarram?
3- Yiyen var ki hâlâ açık.
4- Paramız yok borç ver de Nusret’e gidelim çemçük ağızlı.
5- Sanane götüm.
6- Sen ne olduğunu sanıyorsun am biti.
7- Bu kadar gerizekâlı olup hayatta kalmayı nasıl becerebildin?
8- Sanane.
9- Keşke ölsen ve keşke şu anda ölsen ve keşke bir anda inme gelse öyle bir yok olsan ki tozun bile kalmasa dünyada.
10- Sa-na-ne.
Bazı insanların üslupları beni çıldırtıyor. Ne kadar yakın olursan ol, bir topluluk içinde ötekileri rezil etmeye çalışıyorsan, ya da diğerlerine şirin&sağlıklı&akıllı gözükmeye çalışıyorsan, o nefis insanlar seni sevdiklerinden ya da seninle laf dalaşına girmeyecek kadar alçalmayacaklarından, ya da senin aslında ne kadar boş biri olduğunu çoktan bildiklerinden sana laf yetiştirmemiş olabilir, ama sen kimsin ya, kendini ne zannediyorsun? Sağlıksız diyebilirsin, kötü hamburger diyebilirsin, ya niye orada yiyorsunuz ki şurada güzel bir köfteci var diyebilirsin ama bu devirde hâlâ ne demek be evrimin kayıp halkası seni! Bu ne cürret, kokuşmuş yağ tabakası.