Birçok ünlü yazarın dediğine göre, yazma işinde ustalaşmak için sadece paslanmamak adına bile olsa, her gün bir şeyler karalamak lazımmış. Nasıl ki her idmanda bir basketbolcunun -ne kadar iyi olursa olsun- şut çalışması gerekiyorsa, ve bu çalışmalarını hatta bazen maç içerisinde tam olarak gösteremese bile, çalışmadığında daha kötü olacağından ötürü bu disiplini kendine edinmesi gerekiyormuş. Utanç içinde söylemeliyim ki, bunu yüzde yüz uygulamıyorum, post sayısından da anlaşılabileceği üzere son senelerde en fazla 10 girim var. Ve bu da hiçbir şey için yeterli değil aslında. He, illa bir “şey” mi olması lazım, tabii ki hayır. Defterime zaman zaman bir şeyler yazıyorum ama kesinlikle adamakıllı şeyler değil. Ve bu adamakıllı olmayan şeylerden sıkılmış olmalıyım ki amcam Hemingway üzülmesin diye, ve yine-yeniden Closer’ı izledim diye, ve artık sıkıldım diye size biraz filmin hayatımdaki yerinden bahsetmek istiyorum.
Eski mahlasımı belki hatırlayanlar vardır, “buster” idi. O kadar uzun süre kullandım ki, bir süre kullandığım Twitter hesabımda bile adım buymuş. (Uuuuu.) Nedenini hiçbir zaman açıklayamadım ve korktum da, ama işte zamanı geldi. Gün geçtikçe anlıyorum ki şu hayatta her şey zaman meselesi. Zamansız gelenler, gidenler, zamansız aşklar, zamansız para bile bir yerde deliliğe sürüklüyor ve insanda güven sorunu yaratıyor. Yani zaman bir nevi güven de demek. Dostluklar, aşk veya para değil.
Sene 2005 ya da 2006’ydı. Cnbc-e’de (R.I.P.) bir şarkı duydum. Çok da izlemezdim bu kanalı o zamana dek, çünkü henüz izleyemediğim korsan DVD’lerim ve yeterince film arşivim vardı ve ne zaman bakacak olsam ya istediğim kadar güzel bir filme denk gelemezdim ya da ekonomik şeylerden filan bahsederlerdi. Her neyse, o gün yine sıkıntıdan kanal değiştiriyordum. Annem kadar hızlı olamadığımdan bu işte, bir şarkıya rast geldim. Herif o kadar naif, o kadar narin, o kadar incelikle okuyordu ki elimde tuşları metalden gibi olan, yıllarca düşmesine rağmen bir türlü bozulmayan, yeni nesillerine lanet ettirircesine mükemmel kaliteli ve hiç yaşlanmayacak gibi duran kumandanın kemirilmiş “ileri” tuşu baş parmağımın altında kalakaldı. Değiştiremiyordum. Ben de kalakalmıştım. Lavuk, “No love, no glory” dedikçe, kalbim kırılıyordu çok bir şey yaşamışım gibi. O zamanlar ben de en az şarkı kadar kırılgan, söyleyen gibi naiftim. Kendimin olmayan dertlere üzülür, haksızca elimden hiçbir şey gelmemesinde kendimi suçlardım. Sonrasında başıma gelenler büyük talihsizlikti.
Bazen sadece o anki hisleri yeniden yaşayacak mıyım diye eski sevgilinizle buluşursunuz ya hani, ya da bitmiş, kaybolmuş bir şeyi yeniden hissedecek miyim, eskisi gibi mükemmel zaman geçirecek miyiz diye, ya da sadece hayatında neler olup bittiğini merak ettiğinden, ki bu merak bazen kötüyse hoşuna bile gider buluşmak isteyenin, ama bilinir ki aslında bu yapılmaması gereken müthiş bir hatadır ama insan alamaz ya kendini, işte benim de bazı filmlerle aram böyle. Eski sevgilim gibiler. Senelerce izlemem tekrardan, aramam bile, unuturum onları; hatta önceleri, izlediğimi bir kez daha izlemezdim bile; hayır ilkinde müthiş çözümlemeler yaptığımdan değil, hiç o kadar akıllı olmadım ve sanattan anlamadım, ama sevdiğimden. Bence, bazı şeyleri bitirmemek için yarım bırakmak gerekir. İçinde bir şeyler karanlık kokar hani, öyle. Çünkü bitirince aslında pek de mutlu olmazsınız, o yarım kalmışlıklarda verilen tat pek de bulunmaz, ömrünüz boyunca cevabını bilemeyeceğiniz bir bilmece gibidir. Her seçişin bir vazgeçiş olması, klişe tabirle. Üzgünüm Sartre.
İşte film tam da yukarıda bahsettiğim gibiydi. Üçüncü kere izliyordum ve ne ilk izlediğimdeki gibi kelebekler uçuştu kalbimde, ne şarkı mükemmel geldi, ne de filmin 100 puanlık bir film olmadığını görmek ruhuma iyi geldi. Filmde olan şey, bu sefer izlediğimde çok çok ama çok çok yoğun müthiş bir gerçekçilikti. Gerçekçilik bence insanın bir seçimi değil, hepimiz romantik doğuyoruz ama gerçekçi ölüyoruz. Bu hayatın bize attığı sillelerden, çelmelerden, ikiyüzlü yapmacıklıklarından kaynaklı.
“Make some tea, buster.”
İlk izlediğimde hatırladığım şey, ilişkilere olan inancımın yitimiydi ve bunun için çok küçüktüm. Bu kadar küçük olmama rağmen neler anladığımı, anlayamadığımı hatırlayamasam da verdiği hüznü hiç unutamıyordum. Bu sefer yapılanlar aşk dörtgeni içinde son derece olası gelmişti, bu büyümekti ve bunu hiç sevmiyordum. Artık şaşırmamaya başladıkça içinizdeki romantik çocuğun üzerine kapkara yoğun bir gerçekçilik sisi çöküyor. İşte o sisten sıyrılabildiğiniz nadir anlarda romantikliğe hafif de olsa dönebiliyorsunuz ama ömrünüzün sonuna dek ucunu bucağını kestiremediğiniz o bulutla dolaşmak zorunda kalıyorsunuz yetişkin olduğunuz andan itibaren. Bence her ana-babaya düşen sorumluluk o sisi erkence yaklaştırmamaktır çocuğuna.
Karalamaya başlarken buster’dan bahsedecektim ama bir sürü konuştum gene ve hiçbir şey anlatmadım. Artık buna alışmış olmanız gerekirdi sevgili okuyucum. (Filmi izlemeyenler için birkaç küçük detay olabilir ama izlemeye engel olacağını sanmıyorum.) Natalie Portman’ın “buster” deyişi Jude Law’a o dönem içime işlemişti. Hatta ilk söyleyişinde basit bir çevirmen hatası sanıp “Baya ‘bastard’ diyor, neden ahbap diye çevirmiş ki bu salak!!” demiştim. Neyse ki filmin sonuna dek en az 3 kere daha dedi de, o an internet alemine rezil olmaktan kurtuldum. (Evet biraz erken yaşta her sitede yazmaya başlamıştım olur-olmaz.) Yani anlayacağın sevgili okur, küçükken de farklı bir şey istemiyordum. Kalabalık bir yolda bana gülümseyen, ona şebeklik yaparak daha ilk tanışmamızda kaldırımdan karşıya geçerken beklediğim biriyle aşk yaşamak, onun beni sevmesi, bana minik-salak-lakaplar takması ve birbirimizle aptal oyunlar oynamak istemiştim, hepsi bu. Hepsi hepsi kuru muhabbet. (Bu şarkıda da bence anlatılanlar biraz başka, onu da bilahare konuşuruz.)
İşte o zaman dedim ki, heh buldum, yıllarca internet aleminde adımla seslenilmesinden bıkmış olan ben, artık sevdiğim futbolcular veya basketbolculardan başka lakap bulmuştum. Buster! Kimse böyle seslenmiyordu ama olsun, bulmuştum ya. Bazen bu da önemli. Yazmakta mesela, ya da çizmekte. Bir şeyi karşı taraftan takdir beklemeden yazmak ve asıl olan kendi tatminliğini bulmak, kendi zevkine göre ev döşemek, saç taramak, giyinmek… Kendini bulmak yolunda atılan her adım gibi bu da zevkliydi.
Sonra bu film sayesinde keşfettiğim, başta da bahsettiğimiz herif Damien Rice vardı. Ne kadar güzeldi o günler. Hatta çok ilginç, o zamanlar interneti bu kadar iyi kullanamadığımdan şarkı sözlerini arattığımda bir türlü şarkının adına rastlayamamıştım. Sürekli Frank Sinatra’nın “Can’t take my eyes off you”suna denk geldiğimden lanetler yağdırıyordum şarkıya ve yazanına. (Sonradan kendisiyle seviyeli bir ilişkimiz olduğu doğrudur.) En sonunda bulabildiğimde ise… (Bana bakın, eskiden bu kadar yaygın değildi şarkı sözleri ve Damien Rice da popüler değildi, anladınız mı, dalga geçmeyi hemen kesmezseniz çok fena şeyler olacak bilesiniz!) Ehem, ne diyordum, daha sonra YouTube listelerinden kendisini bulmamız ve iki defa İstanbul konserinde bulunmamla aşkım daha da arttı. Tabii ki de, yanında Lisa olmadan çok da keyfi çıkmadı ama o kadar oluyor, hayat böyle. “It’s life, and life only” Bob’cığımın da dediği gibi.
Sonra, bu sahte kimliğimin bilinçaltımda yarattığı gizemi çözdüm. Neden takma isimler kullanıyordum? Neydi zorum, kimden neyi gizliyordum. Herkese neden farklı isim söylüyordum, hatta neden abartıp son zamanlarda hem isim hem soyisim almıştım? Alice gibiydim aslında ben, hiçbir şeyde yeteneği olmayan, sadece giden, seven, kendini saklayan, güzelce sorulduğunda hayır diyemeyen, plan yapan, sinsi, güvensiz, içli, gülüşü güzel, lakap takıcıydım. Ama sonumuz ne yazık ki Dan gibi oldu.
Ve küçükken en şaşırdığım dörtlü arasındaki seks konusu örneğin, artık en şaşırmadığım oldu. İnsanlar intikam için başkalarıyla seks yapabiliyordu, bu da o sis bulutu ardında kalmış çocukluğun yetişkinliğe geçerken çıkardığı oyundu. Heyecan duymamadan kaynaklı heyecan arama. Artık başkasının oyuncaklarını kıramazdın ama gururunu kırabilirdin, ve bunu yüzüne açıklayabilirdin, ve onu aldatabilirdin, ve daha bir sürü şey.
Sevdiğim başka bir Damien Rice şarkısı ile bitireyim, Dylan taklidi de var, rol çalma da çünkü:
çok güzel yazı olmuş benim de anlatasım geldi closer’la ilgili hissiyatımı…
(benim, bir daha seyretmeyeceğimi bildiğim filmler var. Closer o listeye girdi son seyredişimle.)
İlk seyredişimde (küçükken) film ‘aşk’la ilgiliydi. Çünkü ilk sahneden öteye gidememişim… artık şarkı mı sahneye tapınıyor sahne mi şarkıya tapınıyor??? Büyüleniyor insan hello stranger’a gelene kadar. Filmin geri kalanını da o büyü altında seyretmişim. İkinci seyredişimde (saçma sapan kalabalık bir ortamdı zaten maç seyreder gibi seyredildi geçti.) filmin aşkla hiç ilgisi olmadığını ihanet ve ihanetin insan üzerindeki ahlaki ve vicdani yükü üzerine biraz da çok bilmiş bir film olduğunu düşünmüştüm. İlk sahneyi de kaçırmıştım zaten. Bu üçüncü son seyredişimde ise (epey bi büyümüşken ister istemez 13 sene geçmiş üsütünden) filmin ‘itirafın kibirle ilişkisi’ni çok iyi anlatan bir film olduğunu düşünüyorum. kibirin 4 farklı türü ve insan hayatında herşeyi nasıl düm düz edebileceğini falan filan… her ne kadar 'gerçekçi' olduğunu düşünmesem de 'romantik' de bulmuyorum.
Büyükken şimdi, şarkı son sahnede vuruyor beni mesela; Damien Rice’ın tam da “most of the time” dediği yerde.
Selam, teşekkürler bu da çok güzel bir yorum olmuş.
Yine de, ("ama…" değil =P) bence kesinlikle çok gerçekçi, özellikle sadece bu "bilme ihtiyacı"ndan bile bakarsak, bundan doğan şeylerin yarattığı bu karmaşa, baskı, sahiplenme, ama aslında erkeğin bir hayvan oluşu temelinde inanılmaz gerçekçi bulduğumu söylemem gerekir.
Ben sanırım 10 sene sonra eğer yaşarsam gene izleyeceğim, kesinlikle izlemem demeyeyim.