Jane Austen Kitap Kulübü adlı filmde geçen, duyduğum en afili alıntılardan birini bi’ beş sene kadar önce şurada (yazının ortalarına doğru, fotoğraflı) kullanmıştım. (En iyisi filmi de tekrar izlemek, yazı bir bitsin de.)
Canım okur, üzülerek hemen belirtmeliyim ki, bu yazı o beş sene önceki yazı kadar güzel olmayacak. Eğer uzun zamandır doğru dürüst bir şey okumadım, hem yapay zekâ öncesi hâlimiz neymiş bir hatırlayalım hem de yorumlarla ruhumuz biraz küşayiş etsin diyorsanız, sizi öyle alalım. Çünkü bu yazı, o beş sene önce hiç de olmak istemediği birine dönüşmüş birinin yazısı aslında.
*
Abes ya, olsun, kendimi en çok mektup yazarken beğeniyorum. Hatta öyle oluyor ki, keşke ben beni hiç bilmesem ve benden bir mektup alsam diyorum. (Bazen en sevdiğim dolma kalemimle havadan sudan bir şeyler çızıktırıp, pek giymediğim ceketlerimin ceplerine unutmak suretiyle mektuplar da atıyorum. İstediğim etkiyi yapmıyor =/)
Belki de o yazıda ve yorumlarda belirttiğim mektup okuma alışkanlığım, olmayan ve olmasını istediğim ama olmasa da olurmuş gibi davrandığım, ve buna rağmen azıcık olur gibi olduğunda coşan duygularımla, hislerimle, taşkınlığımla alakalıdır. Hele hele okunan, Neruda gibi daha bebeklik dönemimin şairine (ne insanlar tanımışım, beni en bilgilendiren blog seçip teveccühlendiren, dünya komiği Duygu sözgelimi, ne yapıyor acaba şimdi?) aitse bambaşka bir gözle…
Hatta bana kalırsa tüm bu mektuplar, salt “okumalar” diye geçiştiremeyeceğimiz duygu durumlarıdır. İnsan sayfaları çevirirken başka başka hayallere dalar. Başka başka durumlar metne konsantre olmaya çalıştıkça, inadına, hatta domuzuna hat’ra düşer. Boğazdan kulaklara yanmalar, şakaklarda travmalar… Yeniden bebek olunur, âşık olunur, kıskanılır. Her unutulan duygu yeniden filizlenir. Hayata bir süreliğine tekrardan başlanır. Ve eski, o sıkıcı hayata dönmemek adına görülen uyduruk hayal ve kişiler bile sürece dahil edilir. Mektuplar Pablo’nun değildir artık. 20 yaşındaki Neruda da bütün bu hatırlattıkları yüzünden benden hâlâ ve daimi olarak daha iyi mektup yazmaya devam edecektir.
*
Bundan sonrası için en iyisi Neruda’mız konuşsun, ben düşüncelerimi söyleyeyim. Dışarıdayız ya yorumluyoruz kafamıza göre, oh. Buster yorumlayamıyor…..
Tabii ki en güzel kısmını en sona sakladım =P
*
“Bugün ayın 22’si ve senden yine mektup aldım. Çok şahanesin.”
(Yukarıda Duygu’dan bahsetmiştim. Bunca kişiyi neredeyse birebir tanıyor olmamın nedeni, internetsiz, yalnızca kitaplı günlerde insanlarla sadece belli aralıklarla e-posta üzerinden iletişim kurmamdan ötürü olsa gerek. İster sevilen birinden gelsin o mektup ister platoniğinden, ister yalnızca arkadaştan isterse alakasız bir hocadan. O görülen e-postanın, uzun bir mektubun heyecanını ne bir çıplak fotoğraf ne de video verebilir. Emek, kendi başına şahaneliktir.)
“Tüm yazma, okuma ve düşünme ha(ya)llerim yavaş yavaş yok oluyor. … Bana 11 günde ancak 10 satır yazıp, posta kutumun numarasını unutan sümüklüm. Yeni bir satıra başlamamı hak etmiyorsun. Senin Pablon.”
(Albertina Rosa için taktığı lakaplar ziyadesiyle keyifli Neruda’nın. Burada elbette bir sitem de olsa, ve bu sitem yüzlerce kez delinecek de olsa, o mektuplar yazılacaktır. Çünkü yazmanın aslında Albertina Rosa ile değil Pablo Neruda ile alakalı bir durum olduğu nihayetinde anlaşılacaktır. Yazılmasa ölünecektir. Yine de bunu “hak etmediğini” bilmesi beni çok mutlu ediyor. Hak etmiyorsun ama yazıyorum. Çünkü sana yazmak benimle alakalı bir şey seninle değil. Seni sevmek gibi.)
“Keşke burada olsaydın Albertina. Burada, beni ısıtan kömür ateşinin yanında, üzüntülü gözlerinle, hoşuma giden o suskunluğun ve öpmemi bekleyen dudaklarınla, yanımda olsaydın. Gel küçüğüm!”
(Bu, burası, harikulade. Üzüntülü gözler, hoşa giden suskunluklar… Ben buldum galiba hanımlar, beyler………)
“Her gün dağ, nehir, çiftlik dolaşıp duruyorum sıkıntıdan ölmemek için. Ölmek pek de tuhaf bir şey değil aslında ama olası değil.”
(Neruda öteki mektup yazarlarından farklı olarak çok daha kısa ve şiirsel ve taktak yahut patpat bir anlatımla mektuplarını kaleme alıyor. Burada birden gelen aydınlanmanın da gerçekten birden ve sonsuza dek ve bir gün için geldiğini anlayabiliyoruz.)
“Cezanın bana ait alanını çektim kızım, bıkkınlık ve umutsuzluktan kendimi sık sık öldürme isteğiyle kıvrandım. Senin için birçok oyuncak ve kitap aldım ve sevgi; uzakta olman ne kötü…”
(Buldum demiştim. Hayatta en sevdiğim iki şeyi almış iki gözümün çiçeği.)
“Sana … denizin uğultusunu dinleyebileceğin sarı bir deniz kabuğu gönderirim.”
(Burası niyeyse bana çok dokunuyor. Herhalde 11-12 yaşımla alakası var. Gece. Sahilde tek başıma yürüyorum. Büyükçe bir deniz kabuğuna takılıyorum. Gülümseyip hemen elime alıp, içinden gelen sese kulak kabartıyorum. Uzaktan, sevdiğim kız yanıma yaklaşıyor. Benden büyük. Elimi ve kabuğu birden tutup kulağına götürüyor. Örgülü saçlarıyla gülüyor. Soluklarımı kesiyor. Ufacık ağzına bakıyorum… Sürekli öyküler beliriyor zihnimde. Deniz kabuğu, sarı bir deniz kabuğu göndersem ve sen de buradaki dalgaları dinlesen diyen bir sevgilinin, ya da bütün bunların hakkını verebilecek bir sevgilinin varlığını düşlüyorum. Bu aşkın hakkını veremem diye korkup kaleme alamıyorum.)
“Planlarımı, ne kadar huzursuz olduğumu ve nasıl zorlandığımı bir bilsen, bana mutlaka hak verirdin.”
(Buradaki “bilme” mefhumu beni çok üzüyor. Çünkü kimse böylesini bilemiyor, bilemeyecek. Yaşamayan bilmiyor, anlayamıyor. Yaşamayan da değil yalnızca, okumayan da. Bunun için ya yaşamalı, ya okumalı. Başka çaresi yok. Empati doğuştan değil. Empati babasporu değil.)
“Bu gece sana telepati yoluyla bir mesaj ileteceğim. Sana diyeceğim ki: ‘Seni seviyorum.’ Sabahın üçünde duyacaksın, uyuyor olsan bile.”
(Çok datlu bir bebeklik daha. Sevgili Albertina bu bebeklikleri görmüyor musun acaba?)
“Pencere önünde otururken yapacağım resmini ve tabloyu gören her kişi, kim bu üzgün çocuk diye soracak.”
(Bir Don Kişot olarak Pablo Neruda’nın sevgilisi Albertina Rosa.)
“Sevgili sümüklüm, mektup yazmıyorum diye sitem etmeden önce, Pablo’nun mutsuz yaşamını bir düşün: evsiz, parasız ve sensiz.”
(Son bir senedir ben de aynı dertlerle kavruluyorum. Evsiz, parasız, sensiz değil de, en çok BİR DÜŞÜN kısmıyla. Lan azıcık düşün be, her seferinde de hatırlatmaya gerek yok yani.)
“Sabahları uyutmuyorlar beni burada. Ailem: aptal ve kötü insanlar. Ne yalnızlık allahım! Neden anam beni bu kayalıkların arasında doğurmuş?”
(Aile evine hoş geldin Pablo, sen de hoş geldin buster’ım. Gerçekten korkunç bir durum, insan alışıyor, şişmanlıyor, kanıksıyor ama içinden her seferinde bu aptallarla ben aynı soydan mıyım şimdi diye de geçiriyor.)
“Senim kelimelerinin yokluğunu özlüyorum, işte o an üzücü gerçeği tüm çıplaklığıyla kavrıyorum: Kimsin sen, ya da ben, ben kimim? Ne yaptığım ya da acı çekip çekmediğim seni ne ilgilendiriyor? Ben neyim senin için? Belki de içinin derinliklerinde bir yerde gerçekte bir hiçim. Sana yabancı bir şey, bir adam, senin yanındayken kimi hareketler yapan, konuşan, uzaklaşıp yaklaşan bir kişi. Kendisinden en açık düşüncelerini sakladığın bir adam; sana, sanki bir oyuncak bebekmişim gibi davranan ve bazen de içinde o bebeği kırma arzusu hisseden biri. Ve öyle sanıyorum ki uzun bir zamandır herkes beni böyle görüyor. Beni herkesten başka olmama yol açan bu yalnızlıktan yakınmıyorum, yalnızca içimdeki yaradan bir çığlık yükseliyor. ‘Pas de tendresse.’ Yeter.”
(Acı acı acı… Fransızca yazdığı ise, yok bir tutam duygusal münasebet, ilgi, alaka ne de şefkat… Çok da bir şey diyemiyorum bazılarının üzerine. Kendi başlarına çok şey diyorlar zaten.)
“Pablonu unutma, benden mektup gelmese de bana yaz. Zira sana yazacak, hatta palavra atacak sükûneti daha bulamadım güzelim.”
(Herkeste bu böyle değildir yüksek ihtimalle ama yalnız olmadığımı bilmek de güzel. Çünkü ben de “palavra atacak” kadar çok olmasa da sırf estetik kaygılardan ötürü, hikâyeleri bazen eğip büküyorum mektuplarımda. Hahaha.)
“Bana her gün yazdığını söylemen, çirkin hamamböceğinin bir yalanı olmalı. Geldiğinde, donunu indirip poponu şişireceğim.”
(Şaplakçı Neruda. Amy Adams ile oynanan o mu-bu mu oyununda şaplağı seçip ardından kızardığından beri benim için de anlamı değişti bu eylemin. Sunulan öteki seçenek neydi onu bile unuttum.)
“Sana çok şeyler anlatmak isterdim, ama bunu yapmamanın yollarını bulacağım, zira seni biraz cezalandırmak istiyorum.”
(Gerçek bir ceza olmasının dışında çelik gibi bi’ irade de gerektiren eylem, bir başkaldırı.)
“O güzel leylak renkli mektubun, bu cennet kuşu kanadı yeşil mürekkebi hak ediyor sanırım.”
(Leylak rengi mektup, cennet kuşu kanadı yeşili mürekkep… Öleyazıyorum.)
“Artık sensiz olamıyorum. Seni olduğundan daha da güzel olarak düşünüyorum belki de, sanki seni, büyük acılar içinde ve hoşuma gittiğin şekilde kendim yarattım.”
(Geçenlerde sevilen kişinin insana nasıl da daha başka göründüğünü, o illüzyon geçince lan bu ne falan diye insanın nasıl da kaçacak delik aradığına denk gelmiştim. Herkeste böyle ilerliyordur diyecek kadar kafayı yemedim, ama his oldukça tanıdık. Evi gibi hissetme, evdeymiş gibi hissetme… Ya da tam tersi, hoşumuza gittiğini sandığımız için de bazen bazılarını yaratıyor, ama sonunda onların hiç de hoşumuza gitmeyecek gerçekliklerine çarpıp ne yapacağımızı şaşırıyoruz.)
“Seni sonsuza dek sevmek ya da ayrılmak konusunda benim için bir seçim yapmanın ne denli acı ve zor olduğunu anla artık.”
(Gerçek sevgiler zannediyorum böyle biraz da. Ya/ya da. Kierkegaard’a selam.)
“Aşkımız için mutsuzluktan oluşan bir kolye yapmaktayız birlikte. Eğer aramızdaki sevgi olmasaydı, bu kolye ikimizden birini mutlaka boğardı.”
(Nihayetinde sevgi bitiyor ve ikinizden biri de oracıkta boğulacak Pablo, ve büyük ihtimalle bu sen olmayacaksın.)
“Sanki sadece senin yokluğunun sahibiyim. … İnan ki, kimi zaman ölmüş olmanı nasıl istiyorum.”
(Her insan öldürür sevdiğini ama burada ölmüş olması isteniyor. Bunu son zamanlarda çok fazla duyumsuyorum. Uğraşmamak, uğraşmalardan kaçmak için. Çok sevilen bir şeyin bir daha olmayacak olması gibi. Ona ulaşma ihtimalinin ortadan kalkması gibi. Kendini feda edemeyecek olman gibi.)
“Sana -ne zaman?- uzun hikâyeler anlatacağım?”
(Bu bana en az deniz kabuğu kadar, mürekkep renkleri kadar dokunuyor, müthiş duygulandırıyor. Bütün o aslında uzamaması gereken hikâyelerden tutun da, gerçekten ciğeri delip geçen, ve ancak belli bir samimiyet kurulunca anlatabileceğin, o herkesten saklanan bütün hikâyelerin can kulağıyla dinlendiğini bilme hissi bahsedilen. Dünyada pek az şey bu hisle rekabet edebilir. Yeşil mürekkepler, hüzünlü gözler, sarı deniz kabukları, 11 yaş dahil.)
Şahane olmuş, eline sağlık:)
çok teşekkür ederiim