Bir Çocuk (Çev. Kemal Göztepe)
“Hiç kimse bulamadı ve hiç bulamayacak.”
-Voltaire
Bu alıntıyı çok seviyorum. Alıntının kendisine, anlatmak istediğine ve felsefesine bitiyorum. Bana kalırsa buradaki “bulamama”yı ve “bulamayacağı” hayatımızda en kolay ulaşılabilir olandan tutun da en ulaşılmaz olana dek düşünebiliriz. Burnumu/ağzımı/dişimi bir yaptırsam benden kralı olmayacaktan bir evim olsa şöyle böyle olacağa, 100 bin alsam ayda şu kadar birikim yaparımdan ne bileyim bir günlüğüne Musk olsam hep Musk olmayı ele geçiririme dek.
Black Mirror’ın yeni sezonunu izlemişsinizdir. (İzleyin.) Bête Noire’de biliyorsunuz hanım kızımız kraliçeler oluyor, dünya güzelleri, en büyük bilim insanlarından biri… Ama yine de, o bile, bulamıyor. Bulamayacak. Olmuyor, yetmiyor, tatmin etmiyor. Takılıyor. O küçük, o kendini bilmez zamanlarda uğradığı zorbalamalara, kendisi gibi kendini bilmeyen başka yaşıtlarının o zamanlardaki tavırlarına takılıyor. Nasıl takılmasın. Sırf bu yüzden de ne tür başarıya ulaşırsa ulaşsın, ne türden illüzyonlar yaratırsa yaratsın bir türlü tatmin olamıyor. Bir şekilde bu insanlardan intikam almak, onları delirtmek, öldürmek istiyor. Ve elbette, nihayetinde, bu amacı da (bir ilahi güç mü dersiniz artık, yoksa salt salaklık mı orası size kalmış) sekteye uğruyor. Çünkü mutluluk da, öteki her şey gibi, bize hem çok uzak hem çok yakın. Çünkü kaydedip istediğimiz zamanda devam edemeyeceğimiz bir oyun ne yazık ki (ve belki de iyi ki) hayat. Geçmişte kalanlar, uğradıklarımız, yaşadıklarımız, travmalarımız, yahut en mutlu olduklarımız… İleride en iyi, en zengin, en kadirimutlak olsak da, ne yazık ki, NE YAZIK Kİ, orada, öylece kalacak ve hiçbir zaman ulaşılamayacak olanlar… Biz, bizim “öyle olmayacağımızı” düşünecek ve ona göre yaşamaya devam edeceğiz (belki de sırf bu sanrıdan ötürü devam edeceğiz/ediyoruz hâlâ) ama aslında tam da yine onlar gibiyiz, onlar gibi olacağız ilk elimize geçen fırsatta. (Bir fırsat geçerse, ah bir fırsat geçerse.) Bête Noire’deki gibi. Farkımız yok.
*
“Büyükbabam kısa ve öz konuşulmasını isterdi, kendi dışındaki tüm dünyanın sapmalarından, önemli bir şey anlatırmış gibi bin dereden su getirmelerinden, laf eveleyip gevelemelerinden nefret ederdi.”
Biraz bu alıntıdan önce lafı bilerek (aman inanmazsanız inanmayın be =P) eveleyip geveledim. Ancak şimdilerde baktığımızda hepimiz (evet her birimiz) Bernhard’ın büyükbabası kıvamındayız. Biraz bocalayanlardan, biraz estetikten, biraz bizi ilgilendirmeyen konulardan tek tıkla (engelle) kurtulacağımızı sanıyor, belki de o yüzden sosyalleşmiyor, kimseyle artık görüşmüyoruz.
*
“İntihar sözcüğü onun en doğal sözcüklerinden biriydi. Özellikle büyükbabamın ağzından duyduğum bu sözcüğe, çocukluğumun ilk anlarından beri alışıktım. Bu sözcüğün kullanılması konusunda deneyimliyim. İnsanın sahip olduğu en önemli şeyin intihar edebilmesi, istediğinde kendini öldürebilmesi olduğu kaçınılmaz saptamasıyla noktalanmayan hiçbir söyleşi, hiçbir ders geçmiyordu.”
Bu konuyu geçtiğimiz iki yazıda da etraflıca konuştuğumdan geçiyorum. Nedense bana Camus’nun ölümle biten hayat saçmadır lafını anımsatıyor. Ancak alıntı şöyle devam ediyor. (Bana kalırsa çoğu insan alıntının devamını bilmiyor ve bu söylemi benim gibi bir çeşit koyvermişlik sanıyor.) Aslında söylenen tam tersi. Yani evet bu (ölüm) var diyor Camus, ancak buna rağmen devam etmekle mükellefiz. Evet öldürme seçeneğimiz var kendimizi, ancak zaten yaşamın tadını çıkarttıran, yaşama anlam veren de bu seçeneğimizin olması diyor.
*
“Büyükbabam kalktı ve çalışmaya koyuldu. Roman çalışması. Bu kavram bana bir yandan korkunç, diğer yandan da olağanüstü şeyler çağrıştırıyordu. Büyükbabam yün battaniyeyi deri bir kemerle beline bağlıyor ve masasının başına oturuyordu. Büyükannem kalkıyor ve döşemeli kapıyı kapatıyordu. Daha çocukken bende ikisinin de en mutlu insanlar olduğu izlenimi vardı. Yaşamlarının sonuna kadar da öyle kaldılar.”
Örneğin Bernhard’ın ilk alıntıladığı Voltaire’e göre bu bir yanılsamadır. Bir çocukluk yanılsaması. Bir şeyi ilk kez deneyimlemenin, iyi bir şeyi ilk kez deneyimlemenin yanılsaması. O yüzden koca iş adamları acıklı anılarında, bir daha küçükken yediğimiz, anamın yaptığı soğan ekmekteki tadı hiçbir antrikotta bulamadım =((((( falan derler. Oysa elbette orada anımsanan “karnın doyduğu” yahut böyle bir sorun yoksa da artık olmayan insanlarla birlikte “mutlu bir şekilde (elbette yalnızca kendi böyle hissediyor, ana baba kesinlikle bundan başka isteklerle donanmıştır o sofrada) herkesin karnın doyduğu” o ana özlem duyuyor.
*
“Beni korkunç sözlerle yola getirmeye çalışırdı. Bir sen eksiktin veya mutsuzluğumun tek nedeni sensin, Allah belanı versin! Hayatımı mahvettin! Her şeyin suçlusu sensin! Sen benim ölümümsün! Bir hiçsin sen, senden utanç duyuyorum! Baban gibi işe yaramazın tekisin sen! Beş para etmezsin! Baş belası! Yalancı! gibi sözlerle her seferinde ruhumu derinden yaralardı.”
Anneler aslında böyle sözler pek etmezler… Mi acaba? Genelde onları hiç hakları olmasa ve dahi bunu istemedikleri hâlde kutsadığımız için bir şekilde sevmeye devam ederiz. Bu sözleri de alelade bir şekilde yazılarımızda kullanırız. Belki de annesi hiçbir zaman böyle lakırdılar etmemiştir Bernhard’ın. Ama yarıştığı kişi babası olduğundan, en sonunda ona benzemekten kendini alıkoyamayacağından annesinin bu gibi lafları ettiğini düşünmüş olabilir.
*
“Yüzüm babamın yüzüne benzemekle kalmıyordu, aynı yüzdü. Hayatını büyük hayal kırıklığı, en yenilgisi karşısındaydı. Onunla geçirdiğim her gün karşısına çıkıyordu. Bana olan sevgisini tabii ki hissediyordum, ama aynı zamanda babama karşı duyduğu, bu sevgiye engel olan nefreti de… Temelde annem bana değil, her ne gerekçeyle olursa olsun, kendisini terk eden babama ileniyordu; bana vururken sadece bana değil, mutsuzluğunun kaynağı olan kişiye de vuruyordu.”
Öncelikle ilenmek: Birinin kötü bir duruma düşmesi dileğini gönlünden geçirmek veya açıkça söylemek; beddua etmek, kargımak, kargışlamak, intizar etmek.
Sonralıkla çeviriye saygı duruşu. Dur.
Ve en sonda da benden daha iyi (elbette) kendini anlatan Bernhard’a bir şapka.
*
“Babasının düşünsel ve ruhsal gafları anneme acı verirdi.”
Fazla düşünmenin, yahut yalnızca düşünmenin sorunu da bu olsa gerek. O kadar ki, ağza alınmayacak sözler işitildiğinde, ya da işitmeyip dayağı yediğinde dahi o kişinin NEDEN bu şekilde düşündüğünü, neden bu hareketlerde bulunduğunu anlamaya çalışmak, anlam vermek… Bir yandan sonsuz acı duyarken öte yandan da o kişinin de bir acısının olduğunu bilmek ve tüm bunların o acılardan ötürü vuku bulduğunu düşünmek…
*
“Cesedinin ve cesedinin başında bekleyen köpeğin yanı başında bulunan elle yazılmış bir kâğıtta belirttiği gibi bu dünyanın mutsuzluğuna daha fazla katlanamayacağı için intihar etmişti.”
Mehmet Pişkin de acaba böyle mi intihar etmişti? Neydi şarkısı, hatırlayalım: Every time we say goodbye.
*
“Dünyada sıradanlıktan başka şeylerin de olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız ama çevremiz adiliklerle dolu ve her gün karşı konulmaz bu aptalların içinde boğuluyoruz.”
Can sıkıcı olan zannediyorum sıradanlığın, adiliğin ve öldürülemeyen, kendi ecelleriyle de bir türlü ölmeyen aptalların bu kadar yaygın ve fazla olması. Yine Bête Noire’a, ve elbette Voltaire’e dönersek bunun böyle olduğunu bilmek bizi asıl delirten.
*
“Büyükbabam bozulmamış, bu delikanlıdan hoşlanmıştı. Delikanlı da yazara hatta yazarlık diye bir şeyin var oluşuna hayran kalmıştı.”
Cemil Kavukçu ile ilk kez karşılaştığımda tam ben de böyle düşünmüştüm. Kendisi benim için yapılabilir, yazılabilir, ulaşılabilir şeyler kaleme alıyordu. Ancak kanlı canlı, ufacık tefecik, hiç de yazdıklarıyla alakası olmayan bir adamı karşımda görünce şaşakalmıştım. Hiç yazar gibi olmayan, ama kalemi eline aldığı ve kitaba imzasını attığı o anda, anında yazar olduğuna inanacağınız, ve asla başka bir şey olamayacağını düşüneceğiz o kişiydi Cemil Kavukçu.
Zannediyorum kitaplarının o eski baskılarını ona imzalatışımdan hoşlanmıştı.
*
“O zamana kadar hayranlık duyduğum tahta ve tebeşirden artık nefret ediyordum; yalnızca uğursuzluk saçıyorlardı. Çünkü çok bastırarak yazdığımdan kalemlerimin uçları kırılıyordu. Yazım güzel değildi, verdiğim ödevler okunmuyordu ve birkaç günde bir tahta silgimi kaybediyordum. Tükürerek dirseğimle siliyordum; bu yüzden de ceketim kısa sürede delinmişti.”
Tahtaya çıkmış, yazıyı düzgün biçimde yazmaya çalıştığım zamanları anımsıyorum. Tahtanın yanındayken ne güzel görünürdü de, yerime geçtiğimde dağlara taşlara çıktığını ayrımsardım. Nesrin ne güzel yazardı… Kıçı da bir o yana bir bu yana sallanırdı.
*
“İlk kez kendimi öldürmeyi düşünmüştüm. Kafamı sürekli çatı katı penceresinden dışarı uzatıyor, ama her seferinde tekrar geri çekiyordum. Korkan tek kişiydim.”
Babaanneme dair anımsadığım tek tük anıdan biri de bu. Beni tutuyor. Başımı aşağıya sarkıtıyorum pencereden. Arabalar park etmiş. Karşıdaki fotoğrafçı abiyi görebiliyorum. Düşersin, başın ağır gelir diyor. İyice kendimi itiyorum. Çünkü beni bırakmayacağını, belki de bırakamayacağını biliyorum.
*
“Hegel, Kant, Schopenhauer bana yabancı değildi. Benim için bu adların ardında müthiş bir şeyler gizliydi. Hepsinden önce Shakespeare derdi büyükbabam. O, her şeyin doruk noktası, ulaşılmaz, orada oturmuş purosunu içiyordu. Kendimi öldürmeyip onu beklediğim iyi olmuş dedim kendi kendime.”
Beni tuttuğu iyi olmuş diye düşünmüştüm ben de kendi kendime, ev mantısı ve kola vardı akşam yemeğinde.
*
“Hep büyük bir roman üzerinde çalıştığı söyleniyordu. Büyükannem hep fısıltıyla, Roman 1000 sayfadan fazla olacakmış, diyordu. Bir insanın oturup 1000 sayfayı nasıl yazabileceği benim için tam anlamıyla bir bilmeceydi. 100 sayfayı bir araya getirmek bile benim için anlaşılmazdı. Öte yandan büyükbabamın, ‘Yazılan her şey saçmadır,’ deyişi ise hâlâ kulaklarımda. Binlerce sayfayı saçmalıkla doldurmak aklına nasıl gelebiliyor o hâlde?”
Saçmanın çok kısaca anatomisi.
İnsanlar bugünlerde salt yazmanın saçma olduğunu düşünüyor. Bunu diyen insanlara saygı duyuyorum elbette. Bence de saçma evet. Ama bilinsin ki en az işe gitmek kadar saçma. Evden çalışmak kadar, yaşamak kadar, hatırlamalar kadar, her seferinde azıcık azıcık öldüğün vedaları yapmalar kadar, ne bileyim, televizyon izlemeler, ya da eeeelemeden konuşamayan radyocuları dinlemek kadar saçma.