Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Hakiki Ruhlar

Filmlerin, televizyonun ve internetin yaptığı ama iyi kitapların hiçbir zaman yapmayacağı şeylerden biri de sanırım bizlere nasıl hissetmemiz gerektiğini bilinçli yahut bilinçsizce öğretmeye çalışmaktır.

Evet evet, biliyorum nasıl ki filmler yokken kitap okuduysa insanlar, filmler varken de bunlarla uğraşıyor, evet malum platform öncesi de indirmekle uğraşıyorlardı, evet kabul ediyorum. (Bakın bu bile, yani daha söze başlamadan her şeyi kabullenmem bile oldukça mühim, çünkü kabullenmesem ne olur yani?) Ama hiçbir farklı düşünme kırıntısına bile katlanamayan insanları gördükçe yukarıda fotoğrafını çektiğim durum daha da aklıma yatıyor. Zannediyorum, internet öncesi ya da 2010 filan öncesi biraz daha farklıydık. Şimdi herkes ama herkes aynı, çünkü alıntıda yazdığı gibi bir ruha sahip değiliz. Bu yüzden de hiçbir şey hissedemiyoruz. Teknoloji bize ne yaptı derseniz, bütün o mükemmellikleri dışında, zannediyorum en kötüsünü, en kötümüzün dahi yapamayacağını yaptı, ruhumuzu çaldı. Ben ruhumun hiçbir şekilde internetsiz dönem ya da düzeltelim (çünkü neme lazım sonra bizi yanlış anlayabilirler) internete bu kadar ölesiye ihtiyacımız olan dönem kadar şuursuz, tepkisiz, isteksiz ya da kolay bıktığını hatırlamıyorum. Bazen şükür ki diyorum, bilgisayar başında iş yapmıyorum.

İnsanlar yaşlandıklarından yahut eskisi kadar iyi oyuncular olmadığından sözgelimi, futbolu ya da NBA’i ya da filmleri takip etmediklerini, söylüyorlar, bu kısmen doğru olabilir. Yani esasında yaşlandığımız için bize hiçbiri artık “güzel” gelmiyor olabilir. Ama tamamiyle değil. Nerede eski filmler, hatta eski Türk dizileri bile denilebilir. Hatta daha da genişletirsek elimizde sonsuz seçenek olduğu için hiçbir insan da artık bize “güzel” gelmiyor olabilir. Temelinde herkesin tıpkılaşması yatıyor.

Genelden başka bir şey söyleyen herkes bir şekilde yıldırılıyor, herkesin söz hakkı var, herkes konuşuyor, konuştukça özgüveni yükseliyor, kendi gibi moronların desteğini aldıkça kendilerini daha da bir şey zannediyolar. Dylan’ın deyimi ile “That son of a bitch is brave and gettin’ braver.” (Orospunun evladı gitgide coştukça coşuyor.) Aynı asalak ordusuna sürekli aynı sözleri tekrarlıyor, aynı şakaları yapıyor, aynı garip videoları yüklüyor, aynı zırvalıklarla takipçi çekmeye çalışıyor ve neyi neden savunduğunu bile bilmeden, izlediklerinden sonra bir şekilde süzgeçten geçirmeden fikre sahip olmuş oluyor, inanıyor. Ve bu beni artık çıldırtmak üzere. Bazen diyorum ki neden insanlarla işim var, bu gerizekâlı ordusunu duymayacağım, onlardan haber alamayacağım bir yer yok mu?

Her zaman bize ne yapmamız, nasıl mutlu olmamız gerektiğini söyleyen kitaplardan nefret etmişimdir. Zizek de der ki felsefenin asıl görevi, nasıl bir bokun içinde olduğumuzu anlamamıza yardımcı olmaktır, bizi mutlu etmek filan değildir. Örneğin “mutlu” olmak derken bile, nasıl bir mutluluktan bahsediyoruz yani? Hiçbir şey düşünmeden kümesteki bir tavuk gibi oturup, bomboş bir şekilde herhangi bir ekrana bakmaktan duyulan mutluluk mu? Günün ilk işi olarak sıçarken ekrana dokunma mutluluğu mu? Aza kanaat getirme mutluluğu mu, kıskanma çalış senin de olur mutluluğu mu, ne mutluluğu yani? Hangi mutluluk bu?

Bir arkadaşım mesela bir şey paylaşmış, sarılmak istediğini söylüyor? Çünkü neden, mutluluk o. Ekrandan fırlayan sarılma emojisi değil.

 

Kelimelere hâlâ çok inanıyorum, dürüstçe yazılmış bir mektubun aptal saptal bir iletiden çok daha mühim olduğunu düşünüyorum, ama mesele bu, nerede? Bir daha kim mektup yazacak? Kim bütün içtenliği ile içindekileri dökebilecek? İçtenlik var mı ki? İçtenlik kaldı mı ki? En kötüsü ise bu içtenliğe sahip olmamak ama onu bilmek. Tıpkı domatesin, karpuzun tadı gibi. Hayır siz ne derseniz deyiniz, ben domates yedim ve tadını biliyorum, karpuz yedim ve tadını biliyorum. Benim büyümemle alakası yok durumun izahının. Bunlar karpuz değil, bunlar şeftali değil, bunlar domates hiç değil. Siz ne derseniz deyiniz, ben aşkı biliyorum, bunlar aşk değil, bunlar kurmaca. Bunlar en kötü hâlimiz. Bazen 2004’lü öğrencilerimi bu yüzden çok kıskanıyorum. Bu yazdıklarımı
internete doğmuş birinin anlama ihtimali dahi yok, ve gelecek bu.
Gelecek mağara adamı gibi emoji yollamak ve spontane gülmek. Gelecek hiçbir zaman iyi bir kitabı kötü bir kitaptan ayıramayacak. Gelecek en basit bilgiye bile şaşırmak üzerine konumlanacak. Herkesi aynı seviyeye çıkarmak isterken gerçek ve parlak beyinleri sünger gibi çekecek, gelecek ne yazık ki bu. Bazen gelecek nesillere Jane Austen filan okutmanın onlara zarardan başka bir şey getirmeyeceğini düşünüyorum.

Alıntıya baktıkça da düşünüyorum, durmadan düşünüyorum: Eğer ruhumuz olmadığından ruh eşi gibi bir kavram artık yoksa, olmayacaksa… Mesela bu konuda hiç şüphemiz yoktur, çünkü devir Scent of a Woman’da, 1992’de, Al Pacino abimizin bağırdığı gibi:

“Conscience, Charlie. When were you born, son? (…) Haven’t you heard? Conscience is dead … Well, then, take the fucking wax outta your ears! Grow up! It’s fuck your buddy. Cheat on your wife. Call your mother on Mother’s Day. Charlie, it’s all shit.”

(Vicdan mı? Ne zaman doğdun oğlum sen? … Haberin yok mu? Vicdan öldü. … Duymadın mı? öyleyse tıkaçlarını çıkar ve sözüme kulak ver. Büyü artık! Zaman arkadaşını sikme zamanı. Karını aldatma zamanı. Anneni sadece anneler gününde arama zamanı. Bütün bu zamanlar Charlie, hepsi tam bir sik kırığı işleri.)

Peki diyelim, izlediğimiz herhangi bir şey eğer ruhumuza dokunuyorsa, olmayan ruhumuza mı dokunmuş oluyor?

Ruhumuz eğer yoksa, ve bir daha hiç hissedemeyeceksek o hâlde yaşam denen şeyin anlamı nedir?

Ormanların Gümbürtüsü şiirinde soruyor şair Ahmet Güntan, Hemingway’in ağzıyla çünkü o kalmıştır kelimeleri vura vura söyleyen bir tek:

“Dünya güzel mi?
Sen soylu musun?
Sevgilin var mı, mutlu musun?
Eve dönünce kahve, yemekten sonra konyak içiyor musun?
Yoksa hepten mi unuttun şarabın simyasını?”

Evet Ahmet abi, evet, evet Hemingway baba, evet körnıl Slade, unuttum. Unuttuk. En iyisi, hakiki bir mektup okuyalım. Virgülüne dokunmadan, Virginia Woolf’tan:

, , , , , , ,

12 responses to “Hakiki Ruhlar”

  1. drifter Avatar

    Mesela bence; Dylan biraz Türkçe biliyor olsa ve şu yukarıda onun ağzından yaptığın çeviriye denk gelmiş olsa; bundan sonra beni Türkçe'ye hep bu herif çevirsin derdi diye düşünüyorum. (O 'herif' derdi herhalde diye…keyiflendiği için, yanlış anlama)

    Bişey daha söyliycem;
    Bu son mektubu daha önce de okumuştum ve o zaman da beni rahatsız etmişti.
    İntihar ettiği de düşünülürse; insan sevdiğine niye böyle bir mektup bırakır?
    Neyse,
    virginia woolf'u sorgulamak haddime mi acaba?

  2. buster Avatar

    Hahahaha, yok ne yanlış anlayacagim vallahi super iltifat, gurur duydum. Yalniz cevap verirken baktim yazıya tekrar, ve tavuklar bana göre ahirda yaşıyormuş hahahaha, neyse ki duzelttim, gerçi tam da ettigim lafa uyacak şekilde ben bu tavuk çiftliklerini örnek vermek istemiştim ya olsun, tey allam yiğitlik ve bok sürdürememek hiç bu kadar bir arada olmamıştı.

    Bir dönem hep mektup okudum, kismen meraktan, kismen dedikoduyu icten ice sevdiğim, kismen de yukarida yazdigim gibi hicbir sekilde o zamanki gibi olmayacagi icin islerin. Bir çeşit hiç sahip olamayacagim bir şeye duyulan ozlem ve duygusu yani… ayrıca yazarlar icin konuşmam gerekirse, ancak mektup yazdıklarında biraz olsun dogal oluyorlar. Yahut edebi kaygilarindan arınmış oluyorlar, hele hele cok unlu olmadan once yazmislarsa bu mektuplari. Virginia ise kelimelerden ibaret olduğu için olabilir, yapabileceği baska hicbir sey olmadığı için olabilir, çaresizlik, belki…

    insan en çok başka bir insan tarafından anlaşılmak istenirse ona mektup yazıyor sanırım, çırılçıplak hâli, soyunmuş… ben de düşünüyorum, bir cesaret edebilsem, sonu gelmeyecek diye korkuyorum… sanırım.

  3. drifter Avatar

    Aaa ben mesela o cümleyi hiç yadırgamadım. Neden ? çünkü kümesteki bir tavuktan çok, ahırdaki bir tavukla empati kurabiliyorum. Şu an gözümde canlandı bile halim.

    Mektup konusunda hep şu ikilem kafamı kurcalıyor. Tamam iletişimden çok bir anlaşılma ve soyunma isteği bunu anlayabiliyorum, ama işte, gerçekten ruhsal yakınlaşmayı (ruh eşi yakınlaşması diyelim) sağlarken fiziksel uzaklaşmayı gerektiriyor. Yani kafka ile milena hayatları boyunca kaç kere görüşmüş? Gerek var mıydı o da tartışılır da ; görüşebiliyor olsalardı onca mektup yazılır mıydı?
    Ama müthiş bişey tabi bir yandan da…
    Wes anderson'ın hotel chavalier'sindeki sahne geldi aklıma. Natalie portman'ın odadaki eşyaları kolaçan ederken el çabukluğuyla bavulun içine mektup bıraktığı sahne.
    Mektuplaşma bi nevi köşe kapmaca gibi bi durum bazen.
    N : are you running away from me?
    Jack: i thought i already did.

  4. buster Avatar

    Hay allahım ya, bu blogger neden böyle işlere giriyor anlamıyorum, mesela aylardır değişeceğini filan söylüyor, sabahtan beri de bana sorun çıkarıyor. Neden yani, kalsın böyle, kime ne zararı var ki, anlamıyorum. Sanırım zarardan çok kârı olmaması ön plana çıkıyor. Galiba yani. Her neyse.

    Profil seçme işini bırakıp konuya dönelim. Konu garip, bir o kadar da çelişkili. Mektup yazma işlemi fiziksel uzaklaşmayı gerektirir mi, bil(e)miyorum. Ben mesela, hep yazılı bir şey almaktan zevk duymuşumdur. Fiziksel olarak bana yakın olup olmaması da önemli değil yazan kişinin. Bazen kelimelerle de, hatta bazen daha çok kelimelerle, insanın tatmin olacağına inanıyorum, düşünüyorum yahut biliyorum. Tabii ki kandırmacanın olmadığı kelimelerden bahsediyorum. Güzel bir melodi düşün, yahut resim, sana sürekli bir şeyler söyler. Başka günler başka şeyler söyleyebilir belki, ama onlar da konuşur. Bazı şeyleri düşündürür, ve sen on(lar)dan aldığın ilhamla belki başka şeyler yazarsın. Benim zoruma giden şey, yazdığım şeylerin, yazdıklarımın bunları hiç de önemsememesi. Yahut okuyup geçmesi, örneğin okurken yapılan bir duraksama, bir nefes alış, bazen gülme yahut ses kesintisi çok şeylere kadir olabilir. Kimi insan sanırım fiziksel bir şey görmek, gerçi görmek yanlış oldu, hissetmek istiyor sevdiğinden. Ben, görmek değil, daha çok duymak -ya da dur gene yanlış oldu- okumak istiyorum, onun sesinden okuyayım istiyorum. Mektup sevenler de bundan hoşlanıyor belki, belli ki. Çünkü mektupların sesi var, çünkü bir virgül uğruna ölünecek bir dünya düşlüyoruz Cioran'ın da dediği gibi.

  5. drifter Avatar

    Enteresan birisin gerçekten.
    Bu yorum da çok dokunaklı, bence kesinlikle yerine ulaşmıştır.
    beni de heveslendirdin açayım bir iki edebi mektup okuyayım bari uyumadan önce.

  6. buster Avatar

    Hahahahah hadi bakalım, bak iyi bir şeye vesile oldum yine =p

    Bu arada kimseye mesaj filan vermeye çalışmıyorum ya, yerine ulaşacak bir durum yok yani. Bunlar, benim içimden geçenler. Keşke öteki insanlar da böyle olsa demek gibi bir şey biraz da. acaba ben duygusal mıyım ya, neyse aman hahahaha

  7. drifter Avatar

    Hah iyi o zaman. Çünkü öbür türlü bayaa sipariş vermek gibi olurdu :p şaka yapıyorum tabiki de.
    Yerine ulaşmıştır derken spesifik bir yeri kastetmemiştim neyse orayı geçelim.
    Şu 'duygusal mıyım ya' kısmında bi duralım diyorum…
    Alexa'ya sorsan kesin "that's a rethorical question" derdi.
    Yazılarına bakarsak bence instably stable'sın. (Or the other way around)

  8. buster Avatar

    Bu benim şey demem gibi, düzenli düzensiz yazıyorum =P

    Düzenli misiniz Can Bey?
    Efendim, filhakika ben düzensiz düzenliyimdir.

    Yazar mısınız Can Bey?
    Efendim, ben düzenli düzensiz yazarım haddizatında.

  9. el ingenioso hidalgo don quijote de la mancha Avatar

    Vay be malum platformu kapatıp bu blogu okuyacağımı bundan 8 sene önce hayal edemezdim 🙂

  10. buster Avatar

    Hahaha ben de böyle bir yorum alacağımı =P

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »