Bir yazı kaleme alıp, iş düzeltme faslına gelmişse ilk yapılması gereken metni yüksek sesle, dışımızdan okumaktır. İçimizden okuduğumuzda kulağımızı tırmalayan yerler dışımızdan okuduğumuzda tam da o kısmın öyle kalması gerektiğini bize bildirebilir. (Ya da -ve üzücü olarak- tam tersi de geçerlidir.)
Bunun pratiğini benim ve benden önceki nesil çokça yapmıştır sınıfta. Öğretmenler yeni bir parça ile ilk defa karşılaşıyorsak, o metinleri öğrencilerine bütün sınıfın duyabileceği şekilde yüksek sesle okutur[du]. Hatta bazı öğretmenler tahtaya çıkararak, yani öğrencinin rahatını kaçırarak okuturdu ki, bize çaktırmadan topluluk önünde konuşma deneyimi sağlamıştır daha en başında bu elleri öpülesi insanlar.
Elbette değişen zaman, çoğu okulun özelleşmesi, özel olmayan herkes ama herkesin özelmiş muamelesi görmesi, herkes ama herkesin biricik olduğu zırvası ve bu hususta aman öğrencilerin psikolojisini bozmayalım hocam (aman öğrenciden gelecek paradan olmayalım hocam) baskıları neticesinde aslında çoğunluğu pek de bir şey ifade etmeyen nesiller yetiştiriyoruz. Bunun sorumlusu elbette onlar değil.
Gerçekten özel olanları (özel lafını dâhi gibi hissetme lütfen canım okur, mesela haksızlık karşısında ses çıkaran da özeldir, kimsenin yapmadığı/takdir görmeyeceği işlerle uğraşan da özeldir, hatta bu düzende, dürüst ve namuslu kalan bile özeldir) bir kenara bırakırsak, bu özel olduğu düşünülen ama vasat olmaya itilen çoğunluk, bir de pasif şekilde büyütülmekte: Resim çizmesi istenirse de, şarkı okuması yahut yazı yazması istenirse de bunlara minimum zaman harcayıp (örneğin ödevlerini internete ya da yapay zekâya yaptırıp) kendi bayağılıklarına dönüyorlar. Tıpkı anne ve babalarının yaptığı gibi. Ebeveynler -çocuklarının aksine- pek de özel olmadıklarını anladıkları anda, yani vasat bir şekilde yaşayıp öleceklerini kabullendiklerinde, artık hiçbir şey için (bu, çocukları da olabilir) uğraşmıyor ve kendi hariç herkesi suçlamakta buluyorlar çareyi. Tüm bunlar, yaşadıkları hayat gibi önemsiz ve özensiz nesillerin doğmasına sebebiyet veriyor. [Bunu denetleyecek insanlara (anne-babalar da dahil) yapılan ödemelerin azlığı da başka bir etmen.]
Ortalama bir gün içinde 1 tane laf eden kişi bulacağız diye 99 bayağı insanın safsatalarına maruz kalıyoruz. Günün sonunda biz de onlara, çoğunluğa dönüşüyoruz. Azıcık öfkeleniyoruz, daha büyük bayağı çoğunluğu ele almış kişilerin yazdıklarını azıcık okuyor (hatta yüksek ihtimalle dediklerini izliyor, dinliyoruz), hayli bayağı işlere gülüyor, hiçbir derinliği olmayan biraz duyarlı ve biraz basit işlerle zamanımızı geçirip ölmeyi bekliyoruz. Herkesin sorunu aynı. Önceleri İstanbul büyük bir köy olmuşken, şimdi dünya koca bir köy olmuş durumda. (Evet, dünya. Bir gün kısmet olursa yutubda or’da-bur’da yayımlayacağım, yüzde yüz Alman-İsviçreli arkadaşım da aynı husustan dert yandı bana.)
*
Hulki Aktunç’un “İstanbul’u Bul Bana” isimli yeni kitabından birkaç denemesini seslendirme şansına eriştim. (Şurada bahsetmiştim.) Yalnızca kendi yazdığım işlerle değil safi edebiyat üzerine düşünmemi sağladığı ve hatta bu yazıyı yazmama vesile olduğu için bu şansa çok çok çok müteşekkirim. Bana bilhassa dokunan “Aziz Dostum Sisip” hakkında değil de (sonu gerçekten harika bitiyor) “Çayır Güzeli” için söyleyeceklerim var.
*
Peki yaşamda roman aramak?
Bana kalırsa, bu bir deneme dahi olsa, herhangi bir yazının bitişi çok şey anlatır. Konuları ilmek ilmek işleyip okuru o sona hazırlamak, fazlalıkların atılması, eksikliklerin eklenmesi çok mühimdir. Aktunç’un bu denemelerini ilk okuduğumda nedense sonların iyi bitmediğine dair bir his oluşmuştu içimde. Harika kısımlar olsa da o son vuruşta bir eksiklik var gibi gelmişti. Çayır Güzeli bilhassa, o kadar güzel anlatı “Kadıköy’ün neresinde çayır var şimdi?” sorusuyla bitiyordu. Kayda girdiğimde, tekrar tekrar yanlış okuduğumda, kendisine haksızlık ettiğimi kavradım. Sonra da çok utandım.
*
Aktunç, hastanelerde değil de, birlikte yaşadığımız delilerden bahseder bu yazısında. Servanis fotoğraf stüdyosu vitrininde gördüğü, Çayır Güzeli ismini verdiği fotoğraftaki kadına tutulmuştur 10-11 yaşlarında. Hakkında söylenenleri kaleme alırken ağızdan ağıza aktarılan bilgilerde bir us payı olduğuna vurgu yapar. Kadın delilerin en azından 1960’a kadar aşktan delirdiği bilgisini geçer. Bir fotoğrafa sevdalanma trüğünün romanlardan geldiğini, kendisinin de romanlara çok düşkün olduğunu, belki bu yüzden o fotoğrafa o kadar, zamanımıza uygun söyleyelim, yükseldiğini anlatır. Ne oldu der bizim Çayır Güzeline, öldü mü, İstanbul’un neresinde çayır var şimdi, diye bitirir denemeyi tarihler 1991’i gösterdiğinde.
Kayda girmeden önce kitabın isminin İstanbul’u Bul Bana olmasından ötürü İstanbul’un bir nevi yeşil alansız kalmasına ithafen yazdığını düşündüğüm o son, 1991 yılına gelindiğinde aslında aşkın kalmadığına vurgu yapmaktadır. Aktunç bugün, bu kadar “özel” insanlar arasında, kimin artık gerçekten bir başkasına âşık olabileceğini sorgulamaktadır. Ve evet, kimse düşündüklerimi bilmese bile Hulki Aktunç’tan bir özür, dışımızdan okutan öğretmenlerimize bir teşekkür yazısıdır biraz da bu.
Çayır Güzelinin de aralarında bulunduğu öteki beş denemeyi dinlemek için tık. Bu da özeti.
Benim yazdıklarımı yükses sesle okumamış olabilir misin? :pp Metin şahane ama sen de süper seslendirmişsin, tebrikler:)
Eren ya dhhshahaha, ayıp……. Şaka şaka teşekkür ederim 😅🥳🥳