*Filmlerdeki yemek sahneleri beni çok güldürüyor. Buz gibi olmuş yemekli sahnenin bin seferde çekilmesi elbette berbat bir durum tüm set çalışanları için ama aktörlerin hiçbir zaman o yemeği ağzına atmamaları, attılarsa da yanağının bir kenarında tutmaları, tutmuyorsa da bir lokmayı bin saat çiğnemeleri ve hatta -biraz da utanmazca- sanki dişlerinin arasına kaçmış gibi ucuz numaralar yapmaları hayli gülünç geliyor. İyi bir yönetmen ve hatta oyuncu olabilmek için insanların yarıdan fazlasını inandırmanız kâfi değil, tamamını inandırmanız lazım.
*Senaristlerin bir diğer sevdiği sahne de yemek sırasında edilen bir kavgada masadan kalkıp gitme hadisesi. Bu gibi ucuzluklara iyi edebiyat eserlerinde rastlamanız çok güç.
“Tuzu uzat.”
“Tuzu uzatır mısın?”
“Uzat işte, uzatma.” (Alınmıştır, masadan kalkar.)
[Belki iyi bir edebiyatçı uzatma işte, uzat diye yazabilirdi bunu.]
Böyle mi yazıyorlar merak etmiyor değilim.
*Çiçekleri (daha doğrusu bitkileri) seven, evinde çiçekler olan, onlarla konuşan ve o çiçekleri yaşatabilen insanların hep bir dereceye dek öteki insanlardan daha iyi olduğunu düşünmüşümdür. (Kendime not, bunu bilahare uzun uzun yaz.)
Evimde ona hiç bakmasam da beş senedir inadına açan morumsu bir çiçek var, benden önceki kiracıdan kaldı bana. Söylenene göre o kadar çok bitkisi varmış ki bunu yanında götürememiş bilmemkim hanım. (Aklımda nedense İrem diye kalmış ya da İrem’in çiçeklerle bir ilintisi var.) Hediye olarak bırakmak istemiş yerine gelecek kişiye, çok severmiş bu mahalleyi de.
Bu mor çiçekler açan bitkinin bana rağmen neşesini hepten kaybetmemesi, bana pek bir ihtiyaç duymadan serpilmesini çok seviyor, o özgürlükçü ve çoğalmacı tavırlarına bayılıyorum. Herhalde önceki kiracının işi diyor, yine bir kişiyi daha hiç tanımadan seviyorum.
*Ve en distopik filmlerde kaldırımdan, oradan buradan çıkıp bir şekilde açan çiçek, biraz da senin uğruna dönüyor bu dünya, unutma canım.
*Ece’yle iki sene önce bir rastlantı eseri tanışmıştık. Kendisi yemek yapmayı bilmeyen bir gurmeydi.
Yemek yapmayı, hatta sadece yapmayı değil -mesleğinden ötürü olsa gerek- yemeyi de Ece sayesinde öğrendim diyebilirim. Daha önce yemek yaptığım insanlar genelde sallapati tariflerimi çok beğenirdi. (Peki, tamam, sizden de bir şey kaçmıyor, çok olmasa da yerlerdi yani.) Ece genelde bir çatal alır, fazla da elini sürmezdi tabaklara.
Sıradan bir omlet bile birçok şey demekti onun için. Hiçbir baharatın yemeğin asıl tadının önüne geçmemesi gerektiğini kendisi sayesinde öğrendim. Bütün bunları hiçbir yönüyle eksik etmeden yapmak gerekiyordu bir de.
Yemek yapmak fazlaca gri alanlar gerektiriyordu. Bende de griye pek yer yoktu. Sağ olasın ve kulakların çınlasın Ece. İtalya’ya sevgiler.
*Bu satırlarda beni yazma konusunda teşvik eden insanlardan bahsetmiştim. Biri Çiğdem, öteki de Arda. (Bkz. bir önceki yazı, yeter link yok size.) Yalnız asıl beni etkileyen insandan söz etmemişim ki kendisi hayatta kalan en yakın üç kişiden biri bana.
Artık hangi yıla giriyorduk anımsayamıyorum, teyzem bir kart atmıştı bize. (Bizim ailede 2015 yılına dek, bilhassa özel günlerde, kart atılırdı.)
Kartın güzelliği bir yana, arkasına yazdıkları beni dağıtmıştı: “Bir tanem ablacığım, iki tanem can’ım yeğenim ve eniştem…”
O kartı ve yazı stilini öylesine sevmiştim ki şimdilerde izahı zor. Birine “1” tane olduğunu söylemek başlı başına bir şeyken, bunu ablasına (başkalarının da o kartı okuyacağına bilmesine rağmen) söyleyebilmesi, bir tanesi olamayacağımıza göre iki tane olduğumuzu şakalı vurgulaması, o kesme işaretindeki tatlılık, hepsi hemen hepsi çok güzeldi. İ’lerin üzeri noktalı değil küçük “o” şeklinde idi hem, a’lar işte burada yazan gibiydi. Kaydırmasız ve çok güzel bir kısa yazıydı. Bayılmıştım. Aşık olmuştum. Ne güzel kendini ifade etme yoluydu bu böyle. Hem de bu kişi teyzemdi, hep gördüğümüz biriydi.
Sonra görmediklerimizi tanıdık sayesinde. Mesela bir zamanlar utana sıkıla itiraf etsek de Bukowski. (Ki kendisi, teyzemden sonra tanıdığım ikinci en değişik yazan yazardı.) Türlü acayip/absürt filmleri yine uyuyor numarası yaparken (ve belki de, o da bunun farkındayken) beraber izledik. Cine-5’te ilk Romeo ve Juliet’imi bile sayesinde izledim diyebilirim. (Bizde dekoder yoktu, tiyatronun ruhuna fatiha çoktan okunmuştu.)
Diyeceğim o ki, şimdilerde onu da çok özlüyorum. Özlediğim yeniden hayata gelme isteği mi, teyzemin eski hâli mi, yoksa nostaljiye özlem mi emin olamıyorum.
*Ne kadar da çok ve yoğun seviyorum. Topladığım her bir şeyin neredeyse anısı var, bana kendimi hatırlatıyor. Ve bu anılarda da en çok kendimi seviyorum ya da sevmeyi öğreniyorum. Bir şeylerin hakkını verebilmeyi, modern hatta ne moderni postmodern insan olmayı beceremeyişimi, bütün sevdiğim herrrrrr şeye (bu bi’ televizyon dizisi de olabilir kalem de pekâlâ) yüzde yüzümü vermiş olmamla -gülmeyin ama- iftihar ediyorum.
*Geçenlerde bir arkadaşım bu aralar bana sinir olduğunu söyledi. Aramızdaki samimiyete güvenerek sadece her şeyi bilmesi gerekmediğini, başkalarından da yeni bir şeyler de öğrenebileceğini söylemiştim oysa. Yardım etmeye çalışıyordum. Böyle değerlendirilmesine üzüldüm.
*İnsanlar sosyal medyadaki x hesabını yöneten bir profilin yazdıklarını (örneğin bir doktor) kendi gerçek hayatta yaşayan arkadaşının (örneğin aynı seviyede bir doktor) söylediğinden daha fazla ciddiye alıyor. (Bu da postmodern insan demek oluyor herhalde.)
Sözgelimi -ister ilgilensinler ister ilgilenmesinler- artık böyle bir blogum olduğunu insanlara söylüyorum. Zaten ancak yüzde 10’unun takip edeceğini, yüzde 5’inin her yazıya göz ucuyla da olsa bakacağını ve çok iyi ihtimalle yüzde 1’inin anca seveceğini biliyorum. Twitter dışında bir şeyler okuyan insanın azalmasının garip bir şekilde rahatlatıcı, özgürleştirici bir havası var.
*Eskiden Türk filmlerindeki uzun uzun bakışmalar falan içimi kıykıylardı çok, şimdi yaşlanıyorum mu ne hoşuma gidiyor. (Aşk öldü temalı yazımız için done topluyorum da ondan izliyorum yani. FALAN =P)
*En çok oyunculuğu özlüyorum galiba. (Bugün yeterince anmadık belli) küçükken teyzem diretirdi şu çocuğu bir yere verin diye. Bizimkiler de pek bir modern (sevgisiz) aile olduğundan bana sorar ben de istemem derdim, utanırdım. Sonra sonra -yönetmenlikten önce olduğu gibi- pekâlâ aynı şekilde, bu işin de bana göre olmadığını fark etmem uzun sürmedi.
Ama öğretmen oldum yerine ve neredeyse her gün sahneye çıkıp, öğrencilerin seviyelerine göre değişik performanslar sergiledim masaların (artık sıralar yok ey insan) önlerinde. Şimdilerde çok özlediğimi fark ediyorum. İnsanlardan nefret eden people-person’lık böyle bi’ şey sanırım.
Hulki Aktunç seslendirmesi yapıyorum, öyle oyunlar oynuyorum ki inanılmaz hoşuma gidiyor. Seslendirmedeki bilinmezlik, bana radyoyu ve annemi anımsatıyor. İnsanların sesi ile tiplerinin hayal edildiği yılları. Öyle değişik yazılar seçmişiz ki oyundan oyuna geçiyorum. Onları biraz biraz düzenlemeye çalışıyorum, kimi kimi ağlıyorum, kimi kimi gülüyorum.
Hakan Kaçan ilk ve belki de son çalıştığım seslendirme yönetmenimdi. Bildiğim her şeyi kendisinden öğrendim. O olsa eminim fazla oynadığımı söylerdi. Ve savunmaya geçer, aslında oynamadığımı, yaşadığımı söylerdim ona. Belki inanmaz “kendi için” bir kayıt daha alırdı. (Nedense hep o kayıt seçilirdi verilmek için.)
Hayatım, biraz da tıpkı yemek yaparken o gri alanların olmaması gibi. Ama hep hep hep aşırı ve çok çok çok oyunlu.
aslında sadece kendinin blogundan bahsettiğin arkadaşlarından oluşuyor tanımladığın %1 ama ben bunu fazlasıyla alçakgönüllü bir oran olduğuna eminim 🙂 yine de içinde bir yerlerde “herkes tarafından beğenilmemek”le de övündüğünü düşünüyorum ;D
Hahahaha epey iyi yorum ya, ve doğru da sanırım. Herkes beğensin istemezdim ama insanların bu bahsettiğim iki yüzlülüğüne de uyuz olmuyor değilim