Yapay zekâyı kullanarak bir kişi Parla marşını Zeki Müren’e cover’lattı, duymuşsunuzdur. Bu da -yine ve bittabi- son derece yüzeysel tartışmaları ve sürü psikolojisini beraberinde getirdi. Genelde söylenegelen bu gibi durumların sanatçının yaşarken oluşturmaya çalıştığı mirası zedelediği yönündeydi. Ben, içimizde yaşadığımız dünya ve yasaları, önceden yaptıklarımız ve hâlâ yapmaya devam ettiklerimizden ötürü hiç de bu şekilde düşünmediğimi söylemeliyim.
*
Konu sözgelimi Müslüm Gürses ya da Freddie Mercury ya da Kafka ya da Napolyon ya da Van Gogh ya da ne bileyim Mozart olsun. (Daha da uzayabilir liste, meseleyi anladınız.) Biz bugün bu gibi tarihi figürler yahut sanatçıları, hatta ve hatta “yaşanmış bir olaydan uyarlanan” bazı kitap ve filmleri hiçbir şekilde nasıl ahlaki açıdan sorgulamıyor, “aman canım gerçek başka film başka” şeklinde eleştiriyor ve üretilen sanata bakılmasını tembihliyor, hatta orada oynayan oyunucunun makyajla yansıttığı karaktere benzemesini mesele hâline getirmiyor, sesini taklit etmesini umursamıyor ya da eserlerinin yeniden canlandırılmasını -bırakın eleştirmeyi- güzel, hatta daha bile güzel buluyorsak yapay zekânın yaptığı ya da yapmaya çalışacağı şeylere de burun kıvıramayız.
Mesele yalnızca yeni bir şey yapması mı? Örneğin, bir savaşı ya da bir şarkıyı yeniden canlandırmak yeterince “yeni” olmuyor mu? Bu kişiye sordunuz mu? Ya da varislerine sormak (eğer sorulduysa) sizin için yeterli mi? Ya da özel hayatına dair hiç de bilmediğimiz bilgileri kendi ahlak süzgeçimizden geçirerek hikâyeleştirmek, belirsiz yerleri atlamak, belli yerleri abartmak ya da tümüyle es geçmek sizin açınızdan herhangi bir şekilde etik bir sorun teşkil etmiyor mu? İnsanların ama iyi ama kötü “legacy”sine bir saldırı olmuyor mu bu?
*
Bilmediğimiz bir şeyi yabancılamamızı, ondan korkmamızı, hayatlarımızın sözgelimi Be Right Back‘e dönebilme ihtimalinden ürkmemizi anlayışla karşılıyorum. (Ki o bölüm de yapay zekâya dair mükemmel bir aydınlanma içerir.) Ama biz eğer tıpkı filmlerdeki, tıpkı kitaplardaki gibi, aslında oradaki karakterin “o” kişi olmadığını biliyorsak (bu şerh çok ama çok önemli), bizim bunca zaman yaptıklarımızdan neyi farklı yapıyor yapay zekâ söyleyebilir misiniz bana?
Yahut yazarlar için, ölümlerinden 70 sene sonra (örneğin bu yılın Mayıs ayında Sait Faik için bu süre dolacak) varislerinin hiçbir söz hakkı olmayacağı, gelir elde edemeyeceği ve kamuya mal olacağı, yani eserlerinin istenilen biçimde yeniden Türkçeleşebileceği (Araba Sevdası ya da Nutuk ya da Aşk-ı Memnu’da olduğu gibi) ve istenilen pazarlama tekniğine uygun kapakla piyasaya sürülebileceği ve bütün paranın bunu basan yayınevlerinin cebine ineceği gerçeği gibi hususlarda neden etiği tartışmıyoruz örneğin? Niye bizden evvel yürürlüğe girmiş bir yasayı hemencecik kabul ediyor, içselleştiriyor ve hatta yarınlar yokmuşçasına savunuyor, bunlara uygun meslekler icat ediyoruz da “yeni” herhangi bir şeye bu kadar kapalıyız? Kimse para kazanmıyor diye mi?
Ya da biz her şeyi düşündük, varislerinden gereken izinleri aldık, basma işini de, KVKK kısmını da değiştirdik/geliştirdik diyelim. Bu acaba bir insan zihnine bırakılacak kadar yeterli mi, bunu niye hiç sorgulamıyoruz? Hitler’i anlatan bir dönem filmini ne kadar gerçekçi çekebiliriz ya da bunu gerçekçi çektiğimizde bize ne gibi dönüşü olacağını nasıl bilebiliriz, öyle değil mi? Ya da bir şekilde çektik diyelim. Hitler’e inananları illa deli gibi gösterip, adamı da illa deli gibi lanse ediyor olmamız Philip K. Dick’in de “Yüksek Şato’daki Adam” isimli eserindeki ele almaya çalıştığı gibi (ki romanın yine çok alakasız, aşırı yanlı anlatımlı dizisi de mevcut) yalnızca kazananlar tarafından yazıldığı gerçeğini ne kadar yansıtmıyor ki?
Biz bu her şeyi abartma, körgözeparmaklı yanlılığımızla yeni (!) [bana da şu işareti kullandırdınız ya helal olsun] şeyler üretirken, neden yapay zekânın ürettiği (ama başarılı ama değil, ki mesele de bu değil, insanların da ürettikleri başarısız olabiliyor, bkz. yukarıda linki verilen filmler) bir eserin -yine söylüyorum- bunun yapay zekâ tarafından oluşturulduğunu bildiğimiz sürece ne gibi bir zararı var? Ya da o gün o ne kadar etikti ki bugün bunun etik olup olmamasından dem vurabiliyoruz?
Alıntı yapmamız gerekirse, öyle ortalama IQ’muzla, nereden geldiği belli olmayan özgüvenimizle, üst perdeden konuşmamız dün olmadığı gibi bugün de istenilen etik açıklamayı veremeyecek maalesef.
*
Yeterince içimiz karardıysa insanlık adına hâlâ umut verici bir gerçeğin daha olduğunu söylemek istiyorum. Robotların, yapay zekânın erişemeyeceği bir şey, yıllar yıllar önce Rilke’nin dediği ve bu blogda birçok kez geçirdiğimiz (çok güzel yazı, tavsiye ederim =P), dövme yaptırılası sözlerden (=PPP) “şeytanlarımızdan vazgeçersek meleklerimizden de vazgeçmek zorunda kalacağımızı” dosdoğru bize veren yanımızdan söz ediyorum. O da bizim ahlaksızlığımız ve etik değerleri hiçe sayışımızdır. Evet bizi biz yapan şey tam da bu.
Geçenlerde en yakın dostum (=P, şaka) GPT-3.5 ile edebiyat üzerine derin bir sohbet içindeyken aklıma “Sen Kafka’nın yakın arkadaşı Max Brod olsaydın ve Kafka sana ben öldükten sonra eserlerimi yak deseydi, ne yapardın”ı sormak geldi. Üstelememe rağmen kişinin isteğinin esas olacağını ve kesinlikle da böyle olması gerektiğini ve arkadaşının isteğini yerine getireceğini, vasiyetine uygun hareket edeceğini belirtti.
Sözün özü, hiçbir zaman yapay zekâ bizim kompleks düşünce yapımızı, şeytanlarımızı ve onların ardında bir kültür mirası bırakabilecek gücü olabileceği gerçeğini kavrayamayacak. Bu da bizi yapay olan her şeyden koruyacak tek gerçek diyebilirim. Korkmaya gerek yok.
Şeytanınız bol olsun =P
Valla son paragrafın gayet iyi özetliyor işi. I agree:)
Hahahaha teşekkürler =)
Bu kafa açıcı tarışmalar (kafa açıcıyı; “uff amma kafa açtın!” cümlesinde geçtiği manada değil; düşüncenin düşünceyi kovalayaraktan meselenin özüne götüren soruları sormana yol açan manasında kullanıyorum) harika👌
Meselenin özü 1
Arti-intelligent Zeki Müren marş okumasın!
Soru: marş nedir? Ne için marş yazılır? Ne için söylenir? Marş nasıl okunur? Zeki Müren’e bi marş oku desen böyle mi okur?
Drifter’ın düşünce balonu: Barış Manço ve Cem Karaca’nın ai versiyon çav bella’sı çok iyi yahu!!!
Meselenin özü 2
Copyright için 70 yıl çok uzun en azından bazı eserler için.
Soru: copyright özünde sanatçıyı mı korur; yayıncıyı mı korur? Roman ile bir yazılım copyright açısından aynı tutulabilir mi? Veya film veya müzik eseri?
Yazılımı 70 yıl sonra kamuya açmanın ne faydası olabilir ki? Copyright en nihayetinde kültürü endüstrileştiren Amerika’nın işi değil mi? Sanat eseri özünde ne için üretilir? Para kazanmak için mi? Para kazandırmak için mi? Public domain için mi? Yoksa parası alınabilir public için mi? Parası olmayan public’in bir esere erişebilmesi için kaç yıl beklemesi fairdir?
Gibi ve daha böööööyle gider bu sorular.
Hahahhhaha, kafa açsam da amaca ulaşılmış olurdu gene bence be drifter =P Ama öyle olmadığını düşündüğün için :kalp:
öz-1: yiğidim aslanım cem karaca da epey iyi =P
öz-2: ben şuna takığım aslında, sanat harici herrrr şey ama herrr şey, ister Yunan’dan kazandığın toprak, ister dedenin dedesinin aldığı şato hepsi ama hepsi nesilden nesile aktarılırken, neden söz konusu sanat olunca birden “sinit imi biyli bir şiy diğil” diyoruz ki? Yani sen diyorsun diye demiyorum da, genel olarak bu algı nereden geliyor, çıldıracağım. Birinin ürettiği şey sözgelimi akıllı saat olsun, bunda patent alınıyor da, benim yazdığım roman neden nesiller boyunca para getiremiyor? Ben de bunu ürettim yani. O akıllı saat, ben roman. İşimize gelince beynimizin sağ-sol lobu diyoruz, benim neden artık hangi lob olduğunu bilmediğim lobunu çalıştırarak, belki çok daha fazla şey dökerek yazdığım bir mal, bir anda ortalık malı olabiliyor? Neye hizmet ediyor yani, evet özünde bu. Ama benim sarayı da ben ölünce ya da yetmiş sene içinde yıkmalı ya da kamuya açmalı mı o halde? (Ya da “roman”ı üreten kişinin patenti kimde, roman dediğim roman türünü demek istiyorum.)
Mesela başka gariplik, bu da madalyonun öteki yüzü: Ben Leyla’yım, sen Ahmet Arif, binlerce mektup almışım senden, ben yayımlıyorum sen erken öldüğün için ve bütün parayı ben götürüyorum. Buna ne demeli hahahahaha. Yani aslında senin iyi bir yazar olabileceğini düşünüp saklasam mektupları, baktım gidicisin ya da gittin, hop dedim bunlar Ahmet the drifter’ın mektupları bunlar, bilirsiniz meşhur yazar, alın basın, olmadı basın çocuklarım yesin, yani bu nasıl bi’ miras abi ahhahahaha. Mektupta yazılan olmak… Şey gibi, resmi çizilene telif ödemek gibi bir şey yıllar sonra. Saçmalıklar saçmalığı olduğu hâlde normal ve legal olan şey var ki, ve bu sorgulanmıyor ki, çıldırmamak elde değil hahahha.
Ben de sanat kısmından konuya girmek istiyorum, görsel sanatla özellikle resimle ilgili fikrim sanata ekonomik bir değer atfedildikten sonra işin biraz sulandığı yönünde. Sanat aslında doğadan geliyor ve dolayısıyla hepimizin içinde sanatsal bir algı varken, sanat ekonomik bir değere kavuşunca “sanat eleştirmenliği” , eserin gerçek değerinden bağımsız bir sanatçının ismi etiketi vs gibi şeyler ortaya çıktı ve insanlarla sanat arasına mesafe girdi… Tabi bu doğal bir süreç, bazı eserler bazılarından daha güzel, insanlar güzel bulduklarına sahip olmak istediler vs vs… Yani bilmiyorum doğru bir değerlendirme mi ama… (ama ve üç nokta)
hahahhhaha (sonuna) Eren ya.
Resim, o konuda biraz daha kara para aklama meselesine dönüştü evet, bilhassa daha muğlak olduğu için bu “sanat eleştirmenlerinin” yönlendirmeleri çok etkili oluyor. Oysa en hissedilen, en eski diyebileceğimiz sanat türü için bir “eleştirmen gözüne” ihtiyaç duymak, bilemiyorum ne diyeceğimi ama yine de çekingen de olsa bir fikrim mevcut.
Belki de her şeyi bozan kişi mesela, soyut dışavurumcu (=P) Jackson Pollock’tur, ben nedense ondan sonra görsel sanatın inandırıcılığının yitirilmeye başlandığını düşünüyorum, yine de bir edebiyat meselesi gibi ateşli savunacak donelere sahip değilim, orada kılıçlar çekildi artık fdlskmfls.
Bravo gerçekten Buster, Sanatta Üslup Tarihi dersinde konuştuklarımızı söyledin, özellikle Pollock konusunda inanılmaz haklısın…:)
hahahahhaha, acaba o hoca ben miyim, falan =PPP Şöyle sanat sepet hocası olsam sarardı, başarısız romanlar yazarsam ileride yaratıcı yazı hocası olabilirim, nasıl roman yazılmamalı dersi falan veririm ahahhhaha.
Canım Buster; yani sen diyorsun ki yemişim public interest’i; fair use doctrine’i filan; bu public’ten ne olur ben yeşilime bakarım. Bu da bir bakış açısı tabi. Ama meselenin özü sanat, kültürün / insanlığın progressi için yapılan birşey ya hani 😛
Zaten 70 yıl senin perspektifinden bakanların gazını almak için konmuş.
Bi roman yazcan; ölene kadar bozdur bozdur harca hadi artı bir 70 yıl veriyoruz çoluğun çocuğun da faydalansın. İki lifetime eder. E yeter daha ne istiyon? Onun çocuğu da otursun bi zahmet bi roman da kendisi yazsın.
Öyle olmasa ; Dostoyevski dedem diye ortalıkta lord lord dolaşan bebeler olurdu.
Eren’in değindiği husus yani sanatın veya kültürün diyelim- endüstrileşmesi; ticari bir meta haline gelmesi kaçınılmaz ; (benim de hiç içime sinmese de ) kapitalist düzende yaşamanın bir sonucu. Bunun ağababası da Amerika tabiki. Ve onun için yani yayıncılar en çok para getirecek olanı basma eğiliminde olduğu için ve diğer derin mevzular sebebiyle insanlığın progresi bu noktada kilitlenmiş vaziyette.
Bu arada patent de öyle life-time değil. 20 yıl süresi. Ticari sır başka ama. Patent copyright ve trademark. Bunların üçü farklı haklar.
Roman en nihayetinde bir fikir ve fikir korunamaz özünde. Stil/ yani yazım stili ticari sırra girer mi düşünmek lazım.
Yok anam drifter, benim bu işe içim sinmiyor. Diyorum ki, ben yaşamım boyunca istemediğim bir şeye, Holden’ın film olmasına mesela, neden öldükten sonra okey olayım ya? Benim adım değil mi gene kullanılan, adımı da sil bari kardeşim ordan, kendin yeni bir şey yarat hahahahha. Ben bir ne bileyim Dali’yim mesela, benim resmimin üzerine bir şey çiziyor musun? Bu ne kaypaklık iş edebiyat-sinema eksenine kayınca ya, bu ne hodbinlik inanamıyorum. Hadi telifi salla, ben üretmişim, sen yine aynı karakteri üret, kendince bir şey yaz hımmmmm 1 dk bu da intihale giriyordu, değil mi? =(((
Bana saçma gelenler özet:
1- ben öldükten sonra yaşarken istemediğim şeylere, evlatlarım temam olursa (nasılsa tanrı da öldü, kemikleri sızlamaz bizim pederin) benim vasiyet, o bunun hiçbir önemi olmaması ve yürürlüğe girmesi.
2- ben kazanamıyorken gayet başkalarının benim adım üzerinden kazanması, hatta adımın kimi şekilde lekelenmesi.
3- hatta ben öldüm bir şekilde, saçma sapan bir ülkede saçma sapan bir şekilde meşhur oldum, o çevirmenin her baskıda kazanıyor olması
4- sadece fikir değil, ben bir şey “ürettim” ya da “yaptım” burası mühim, yine üretilen bir fabrika ise nesillerce sende kalıyor da, ülkerim ben, koçum ben, fordum ben diye geziyorsun da bizim gariban dosto mu sorun oluyor ya. Bir çikolata yaratmış, satmış, ohhhhh devam yaaaa, ne güzel yatlar katlar, aynen knk en iyisi sensin, en iyi eğitimlimiz, efendimis sensin, kokteylin içinde ne olduğunu bilmiyorum ben. Sonra iş bizim gariban dostomuza gelsin, ona yeter sana kardeşim iki nesil, olmadı bu bence =(((
Bu benim markam değil mi bir süre sonra hem? Sen benim markamı kullanarak bunun üzerinden kazanmıyor hatta bunu bile isteye ön plana koymuyor musun? Dostoyevski bir markadır ve bana kalırsa yerli yersiz kullanılmamalıdır, çikolatalı gofret gibidir benim nazarımda =PP
Yok Busterım anlıyorum derdini de sen romanın veya yarattığın eserin üzerinde bir hakkının olduğu varsayımından yola çıkarak tartışmayı açıyorsun. Senin yarattığın eseri kamuyla paylaşmaya karar verme veya paylaşmama hakkın var. Paylaşmadığın zaman ortada bir eser de yok. Paylaşmaya karar verdiğin anda ( aslında yazdığın anda ; boşa yazmadın ya) telif hakkın doğuyor. Bu da çoğaltma ve kopyalama hakkı. Bu hakkı birine devredebilir karşılığında para alabilirsin veya kendi elinde tutarsın kendin yayınlarsın. Yayınlandıktan sonra artık yayıncı; dağıtımcı ve kamu hakkı doğuyor. Bir eseri eser yapan en önce audience. Yani sen bir roman yazıyorsun, yayıncı buna bir fiyat biçiyor ve bir ömür artı 70 yıl her bir basımdan pay alıyorsun. Ne kadar çok insan okursa o kadar değerin artıyor. Şimdi senin yazdığın romanın tek hak sahibi sen olabilir misin? Annenin hiç mi hakkı yok öyle ya bu romanı yaratanı da o yarattı.
Bu varsaydığın hak kanun olmasa tartışmaya açık; kanun sana bir koruma sağlıyor bunu limitli sağlamasının mantığı kamu yararı ve yaratıcının haklarını dengeleyebilmek.
Çikokata örneğini verdiğin iyi oldu.ülker dedik değil mi? Bir çikokata tarifi keşfedip, bu tarifle bir çikokata yapıp arkasına yaslansaydı, bir servetten bahsedemezdik.
Ülker fabrikası milyonlarca çikolatayı üretip satıp item başına kar ediyor. Yatlar katlar o sebeple… peki ülker markası neden nesilden nesile aktarılıyor? Senin roman öldükten 70 yıl sonra kamunun oluyor? Aslında aktarılan çikolata değil marka. Yani ülker önce bir marka oluyor bu markanın yalnız çikolata üretildiği sürece bir değeri var. Üretim durduğunda marka da beş para etmez.
Sen de yazar olarak bir marka olabilirsin mesela özgün bir edebi stil ile yazan bir ai romancı yazılımı üretirsin. Öldükten sonra da üretim devam eder. Bunun marka tescilini yaparsın, 10 senede bir yenileyerek sen öldükten sonra da yazmaya devam eder. Her ay bir kitap basar insanlar o markayı okumak istedikleri için çikolata gibi alır tüketirler sen ozaman izle yatlar katlar kokteyller…
Ama bu ai de marka olduğu halde bir tane kitap yazıp arkasına yaslanamaz.
Yani böyle baktığımda ben +70’i fazla buluyorum.
Zeki Müren hikayesine gelirsek orada telif hakkı değim kişilik haklarından yola çıkarak bir itiraz söz konusu. Ama kişilik hakları kişi öldükten sonra ortadan kalkar. Yani zeki Mürenin bir kişilik hakkı yok. peki public figure olunca? O zaman ailesi soyu devreye girer yani aslında burada tartışılan zeki mürenin kişilik hakkı değil, mirasçılarının kişilik hakkı. Marşı zeki müren gibi okutunca icracı hakkı doğuyor mu? Marşı ilk okuyanın icracı hakkı nolcak? Gibi gibi…
Biraz çetrefilli sorgulamalar bu noktadan sonra.
Ama hâlâ aynı yerdeyiz, ben öldükten mirasçılar da öldükten sonra benim “markam” (ısrarla bunu diyeceğim ahahhaa) üzerinden
*özel hayatımın dahil olduğu film herrrrrkesler tarafından çekilebiliyor
*yazdığım işe dair heeerrrrr türlü ucu açık filmler çekilip “buster’ın ölümsüz eserinden diye” insanların izlemesi sağlandırılıyor (ne demekse yine o demek)
*yine kitaplarım, bazen değişerek, bazen kısaltılarak, önsözlü sonsözlü, istemediğim kapaklarla pazarlanabiliyor ediliyor+bundan yayınevi kazanıyor.
bütün bunlar normal de benim dediğim niye anormal ya, ben ölünce aslında “ölmüyorum” ki, zaten sanatçı bu demek değil mi, ölümsüz olma bir yerde, eh beni ölümsüz yapan yayınevi+okuyucu ise de zaten halihazırda “ben yaşarken de” kazanmış olmuyorlar mı? nasıl bir ülker/parfümcü/benzinci ile kıyaslanabilir ve daha düşük olabilir ki değeri? seriüretim yapılacak bir şey değilse sanat, diyorum, ben nasıl bir marka oluşturabilirim de bunları nesilden nesile aktarabilirim ki hahaha.
Meselem aslında parası da değil, düpedüz düzmece bir kuralın sözde sanatçıyı koruyor gibi gösterilmesi meselesi. Yoo gayet de yayınevini koruyor ve ihya ediyor. Dergah yayınevi mi Tanpınar’ı ihya etti yoksa Tanpınar mı yayınevini? Ne yaptı peki bu yayınevi Tanpınar’a ya da herhangi bir mirasçısı yaşasa onlara kalacağı para ile, Suat’ın mektubunu yayımladı. Vay benim kardeşime bak be, ne gönlü bolluk bu hahahhaha
Not: annenin hiç mi hakkı yok lafına aşırı yarıldım hahahaha
Tamam biraz yaklaşıyoruz, bazı noktalarda buluştuk bile.
Ve fekat;
Şimdi birincisi adı üstünde kamuya mal olmuş sanatçı, yazar, oyuncu vs. Yani kamunun.
Bitti.
Kafka mısın canım kardeşim? “Al bu kağıtları ben öldükten sonra yok et” diye birşey yok. Orada bi anlaşalım.
İkincisi
Ülker yarattığı çikolatayı nesilden nesile aktarmıyor; nesilden nesile aktardığı marka. Marka da nihayetinde bir işaret; malını diğerlerinden ayırmak için koyduğun bir işaret. Ben senin çikolatanı rafta duran on tane çikolatanın içinden seçip alayım diye. Yani sen sadece çikolatanın işaretini koruyabiliyorsun ismini koruyabiliyorsun. Çikolatayı koruyamıyorsun. Ben tarifi bulup aynısını yapıp satışa çıkartabilirim. Ülker değil Külker yaparım bitti. Ondan sonrası millet, benim külkeri alır yerse Ülker hiç bir hak iddia edemez.
Yani mesela sen romanı basarken ismin yanına bir işaret koy ( markan yani) sen öldükten sonra senin torun torba bi yayınevi açsın senin kitabı o işaretle bassın. İnsanlar da gidip diğer yayınevlerindeki kopyayı değil senin torunun yayınevinden çıkmış kopyayı alsınlar. Al sana nesilden nesile aktarılmış marka roman. Onun dışında roman korunamaz. Eskiden bu artı yetmiş yıl da yokmuş. Dediğin gibi bu yasanın özü basanı korumak.
Gelelim romanın başka bir sanat eserine dönüştürülmesine veya içinde kullanılması hadisesine. Yaşıyorsan “kişilik haklarım” dan tutturabilirsin.
Ölümünden sonraki durum için yazdıklarını mantıklı buluyorum; kullanıma bir sınırlandırma getirebilmen gerekir; haklısın. yani public figure legacy diye birşey olmalı. Senin arkadaşa sordum; chat gpt “defamation law” diye birşeyden bahsediyor. İyi bir hukukçu bu yasayı yorumlayıp buradan lehine bir case çıkartabilir.
Eski bi hukuk bürosu çevirmeni olarak bu kadar yorumlayabiliyorum bundan sonrası, mütala ücretine tabi :p
Al işte drifter’ın da aklına karpuz kabuğu yeşilini düşürdünüz. Batsın bu dünya.
hahahhahahhahh, buradan kazanılacak paralardan telifimi isterim ben de yalnız =PP
bu arada Bovary hususunda konuştuğumuz iki yazının, ikincisini yazıyorum. O da olaylı olacak, fazla dallanıp budaklanıyor ama sanat sepet dünyasını sarsamaya devam edeceğiz =P
bu arada elbette driftercığım, biliyorum marka nedir, neden o nesilden nesile aktarıyor vs vs. Ama bazen de sırf o marka yaptı diye alıyor, alışkanlıklarımıza devam ediyoruz ya, onun benzeri anlatmaya çalıştığım. Yönetmen “Hitler” markasına güveniyor çünkü bunun iş yapacağını biliyor. “Jane Austen” markasına güveniyor çünkü iş yapıyor. Ve bu işleri de bedavaya yapmıyor, para kazanıyor. Ama bu işlerin en başı olan kişi kazanamıyor, ama onun ismi üzerinden yürünüyor, demek istediğim o benim. Hadi parasını da geçtim, üzerine “isim” yapıyor. Ne zaman biri tarihi bir figürü oynasa oscar alıyor. (Aha bu sene de olacak olan o sözgelimi.) Yoksa elbette senin de dediğin gibi külkerler de kazanıyor ama onları kimse takmıyor. Tıpkı yazar ya da yönetmen benzerlerinin takılmadığı gibi.
Sinirimi bozan öteki şey de 70 sene mevzusu. Ki ülkeden ülkeye de değişiyor. Tıpkı 18 yaş mevzusu gibi. Bunun için hangi çalışmalar yapılmış belli değil. Bir yerde 16 yaşında ehliyet alınabiliyor, ötekinde oy kullanabiliyor. Başkasında daha yüksek. Yani neye göre yapılmış açıklama yok, 60 sene önceki 18 ile şimdiki bir mi o da belli değil. 18 denmiş ve öylece kalmış kimse de sorun etmiyor. 70 denmiş, ve böyle devam, bir babayiğit çıkıp mücadele verene dek yine devam. Anlatabiliyor muyum bilmiyorum ama sinirimi bozan bu. Ve hangi etik anlayışa göre yani, hangi bilimsel çalışma hangi metoda göre ilerlenmiş hiçbir bilgi yok. Öyle demiş üstakıl, eh biz de bunu kabul etmişiz gibi.
Marka nedir çok iyi bildiğini çok iyi biliyorum ilahi kkrrrkrr yoksa utanırım o kadar öğreten adam gibi yazmaya.
Ben senin düşünce akışına müdahele etmeyi seviyorum.
Ama ne mümkün hahaha.
Bu kararlılıkla +70 kuralını da değiştirirsin sen.
Yahu bilimsel çalıştırma gerektirecek ne var ortalama iki insan ömrü işte. Eskiden 50’ymiş, insan ömrü uzadı diye söylenti çıkardılar isviçreli bilim adamları; 70’e çıktı.
Bu.
Dur Emma’ya da yorum yapcaktım ben. Yenisini yazınca ona yazayım bari.