Ama…

Birinin bu öyküyü uydurmuş ya da bulmuş olma ihtimali var. Ama… buna rağmen gerçektir.

Anatomy of a Fall: NBC vs. Zeki Demirkubuz

Efem malumunuz oscar adayları açıklandı. Heykelcik için hislerim kuvvetli olmasa da iki adaylık, bilhassa yazmayı şiar edindiğimden benim için hâlâ mühimmiyatını (=PPP) koruyor:

İlki; iyi, yahut gözden kaçan, yahut kolay okunan (bu tür romanlardan uyarlanan filmler çok çok başarılı oluyor genelde) kitapları öğrenmek, bilmediğimiz tiyatro oyunları ile haşırneşir olmak ya da önceden izlemediğimiz filmlerin hakkını teslim etmek adına “en iyi uyarlama senaryo” ödülü.

İkincisi ise bilhassa iyi yönetmenlere verilmeyen (çok şükür), “iyi ve tanınmış” oyuncuların olmadığı ve çok rol yapmadığı (merhaba, NBC) dal ile “en iyi özgün senaryo.”

(En iyi animasyon ve uluslararası filmler zaten bir şekilde izlendiği/izleneceği için adaylıklarının önemi yok.)

Ve artistliğin lüzumu da yok aslında. Altın küre adayları belirlendiğinde oscarların da üç aşağı beş yukarı bu ölçekte olacağını tahmin etmek zor değildi, o zamandan izlemeye başlamıştık. Malum ortamlar, platformlar, onlar bunlar derken güzel günleri geride bıraktık. Ve benim için bu yılın kazananı, hem senaryosu orijinal olduğu, hem pekâlâ en iyi film seçilebilecek potansiyeli barındırdığı, hem de en iyi kadın oyuncuyu (Emma’nın Poor Things’teki oyunculuğu sadece “çıplak” idi, çok üzgünüm) içerdiğinden Anatomy of a Fall oldu bile. Yalnız bu yazının konusu bu değil. Yani filmin aman ne kadar güzel olduğu, Sandra Hüller ve köpeğin aman ne kadar harika oyunculuklar becerdiğini tahmin edersiniz ki yazmayacağım.

Sıradan bir filmi, orijinal yapan, sanat eseri yapan şeyi ele alacağız bugün. Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz atışması özelinde de irdeleyebileceğimiz senaryo/film hakkında söyleyeceklerim (kafa açacaklarım =PP) var. Başlayalım.

(Bundan sonraki kısım filmi izlememiş olanlar için spoiler içerir.)

En başında söylemeliyiz ki filmin konusu birinin düşüp ölmesi ve ötekinin masumiyetini ispatlamaya çalışması, kör çocuğun yalanları, köpeğin bizim biricik Çarşafımızı aratmaması değil. (Bu şekilde izlersek hayal kırıklığına uğramamız çok olası.) Filmin özü, janrı öyle yazıldığı gibi “crime” ya da “thriller” da değil. (Ya da bildiğimiz anlamda değil, kırmızı kırmızı olmasa da epey kan akıyor filmde.) Zaten tam da öyle olmaması filmi değerli sanat eseri klasmanına yükseltiyor, birden çok kez izlenebilir kılıyor.

Konu, başka işlerle uğraşan, ama hiç de bu başka işlerle uğraşmak istemeyen iki eş, dost, karı-kocanın yazar olabilme serüveni ve bu yolda yaşanan etik kaygılar ve biraz da 21. yüzyılda insan özgün herhangi bir şey üretebilir mi üzerine.

Bu sorular etrafında dolanırken bu ikiliden biri başarıya ulaşıyor (başarı=başlamak+bitirmek+tanınırlık), öteki ise ne yazık ki ulaşamayıp depresyona giriyor. En başta bunu -sanat üreticilerini düşündüğümüzde- son derece olağan bir durum/kıskançlık gibi karşılasak da kazın ayağının pek de öyle olmadığını filmin ilerleyen sekanslarında daha iyi anlıyoruz.

*

Sandra’ya göre Samuel (filmde kurmaca şeyler yaratmak isteyen ikiliye gerçek hayattaki isimlerinin kullandırılması çokçokçok harika) “bir odaya girdiğinde o odanın atmosferini değiştirebilecek kadar” karizmatik, zeki, entellektüel birisi. Öğretmenlik yapan Samuel’in ileride yazacağı romana dair orijinal bir fikri var, ama kimi yazarlarda görüleceği üzere mükemmelliyetçilik işini o kadar abartıyor ya da Sandra’nın dediği gibi başarısız olabilme ihtimalinden o kadar çekiniyor ki yaşamı romanı yazmak oluyor, romanı bitirmek ya da yayımlamak değil. Bu takıntısı devam ettiği sürece de hayatındaki öteki şeyleri -evet, çocuğu da dahil- ihmal edebiliyor.

Sandra ise daha rahat yazabilen bir insan. Daha yetişkin. Bu işin sistematiğini oturtmuş başarılılardan. (Efem, şimdi edebiyatımızdan isim verdirmeyin bana hahahah.) Hayattaki trajedilerini abartmayan, olmuş bir şeyi değiştiremeyeceğini bilen, sistem buysa onun içinde kavrulan, kervanın yolda düzüleceğine inanan ve ileriye bakan bi’ yapıya sahip. Sandra’nın bu özelliklerini kıskanmamak (bazen aylar, yılları bulan yazma tıkanıklığımı göz önüne getirdiğimde) elde değil. Kim olsa kıskanır.

İşte bu imkân ve şerait içinde Samuel, bir gün yazmaya gömülmüşken oğlunu okuldan almayı unutuyor ve bakıcısına haber veriyor. O bekleyiş sırasında bir motorlu gelip bizimkilerin çocuğuna çarpıyor, görme engeline sebebiyet veriyor. Baba olaydan ötürü kendini sorumlu hissedip içine dönüyor, kendini suçluyor ve nihayetinde yazamıyor, üretemiyor. Yarıda kalmış romanını tamamlaması için karısına izin veriyor. En azından Sandra’nın söylemi bu yönde. (Söylemi diyorum çünkü içinde bulunduğu şartlar ve karısının karakteri göz önüne alındığında gayet manipüle edilmiş de olabilir.) Samuel de, ihtimal ki,  Sandra’nın kendisinin yazabileceğinden daha iyisini kaleme alabileceğini düşünmüyor. Hadi düşündü diyelim, yazdığı şeyin tutacağına inanmıyor. Hadi onu da geçtik zaten hâlihazırda kendi fikrine bile yeterince güveni kalmamış artık. Ama bilmediği, tam da gözü önünde olmasına karşın bilemediği şey ise karısının zaten bu tarz entellektüel takıntılara hiç de sahip olmayan birisi oluşu. Bi’ şekilde bir başarı elde edildiğinde gelen rahatlama ile de Sandra ilerleyen süreçte daha da su gibi yazmaya, üretmeye devam ediyor.

Tam bu noktada Samuel’e döndüğümüzde, artık edebiyat/sanat camiası içinde bir birey olamayacağının, ne kadar çabalarsa çabalasın ancak ve ancak “karısının kocası” olacağının farkında diyebiliriz. (Hazır lafı açılmışken, başta Tomris Uyar olmak üzere kocasının karısı imajından sıyrılabilen kadınlara koca bir helal olsun gönderelim.) Çünkü bir şey yazacak olsa, karısı sayesinde yayımlatabilmiş olacak, fikir iyi olursa “karısının bu fikri kullanması” olası gelirler ve zaten kendi yüzünden kör olmuş çocuğunun geleceği/ihtiyaçları düşünüldüğünde daha yerinde bir karar gibi duracak. E, bu durumda insan ne yapar, insan -Tolstoy’un pek sevilen deyimiyle söylemek gerekirse- şu aşamadan sonra ne ile yaşar? Yaşayamaz. Kanlı canlı insan gibi etrafta dolanması, evi yenilemesi, bazı kararlar alması ve yüksek seste müzik dinlemesi onun yaşıyor olduğu anlamına gelmez. Bazı anlık coşmalarla yazı makinesinin karşına geçmesi, kendini mutlu hissetmesi yaşadığına hiç mi hiç dalalet olmayabilir. En nihayetinde, kafası başka düşüncelerle dolu iken de düşmüş olabilir, bir kıskançlık anında karısı ile kapışmış ve itilmiş de… Çünkü konu/mesele Samuel’in bedeninin düşüşü/ölüşü değil.

*

Bu bağlamda düşünüldüğünde, NBC ile Zeki Demirkubuz’un arasında geçen tartışma da yine Anatomy of a Fall ve Sandra&Samuel ekseninden okunabilir gibi geliyor bana. Bir tarafta bir şey üretirken çok fazla uğraşan, fikirlerini arkadaşlarıyla paylaşabilen Zeki Demirkubuz (gerçi fikir de “uyarlama senaryo” ya, olsun), öte tarafta bu fikirleri daha rahat bir şekilde icraata dökebilen, ödül kodlarını çözmüş Nuri Bilge Ceylan. Zeki’nin Samuel’e dönüşmeyip, yeraltından çıkabilmesinin sebebi ise çalınan senaryosunun ardından ekstra bir trajedi ile daha uğraşmamış olması. (Çocuğunun kör olması gibi.) Tabii ki burada söylentilere göre hareket ediyoruz. Alınmaca yok. NBC için geçmişte yaptığım övgüler hâlâ baki.

Ve yine Zeki Demirkubuz’u ya da Samuel’i kıran bir şey daha var: Sanata karşı aynı duyarlılığa sahip olduğunu sandığı, belki de sırf bu yüzden beraber zaman geçirdiği, güvendiği birinin (arkadaşı/karısı) aslında sanata karşı hiç de öyle inceliklerinin olmaması. Korkunun gittiğinde korkuncun kalması yani.

Samuel, Sandra’ya tamam al benim fikri kullan dediğinde onun bu fikri gerçekten alıp, kullanıp, yayımlatıp sonra da hiçbir şey olmamış gibi yaşıyor olabilmesine i-çer-li-yor. Aslında kendisine, kendi benliğine, yaşamına, bu kişi ile geçirdiği yıllarına kızıyor. Bu sahtekâr dünyada, belki de sahtekâr olmadığını düşündüğü için dirim ortağı bellediği kişinin bu cinsten tanınmaz hâle gelişine akıl sır erdiremiyor, gönlü bu durumu kaldırmıyor. Yapamayacağına, nihayetinde böyle bir teşebbüse girilmemesi gerektiğini bildiğine inanmak; etik-ahlak-obunun lafügüzaf olmadığını düşünmek, hiç değilse buna karşın azıcık da olsa bir pişmanlık emaresi görmek istiyor karşısındaki bu tanımlayamadığı cisimde. Ama duyduğu yalnızca “sen yaz aynı konuyu, ben senden ilham aldım derim”, “sanatı yorumlamak asıl olandır, fikir değil” gibisinden içi geçmiş lakırdılar; ve gördüğü davetler, açılışlar, ödüller, söyleşiler, kendisinin ne kadar da rerörö bir insan olduğu ve hatta bu süreç içinde boynuzlanmasının da son derece “normal” olduğu fikri oluyor. İşte o zaman insan hem duygudaşını, hem de ne ile yaşıyorsa onu kaybetmiş oluyor. Korku gidiyor. Ve yerinde korkunun bir düşüşü, korkuncun ise anatomisi* kalıyor.

 

*Yaratıcılığın öldürülüp, kodlara uygun (bilimsel) kurmaca sanat üretenlere giydirilmek üzere bilhassa seçildiğini düşündüğüm bu eserin başlığı bile tam 1 muah…

 

, ,

2 responses to “Anatomy of a Fall: NBC vs. Zeki Demirkubuz”

  1. dew Avatar
    dew

    En sonunda ya da sonlara yakın Elif Şafak-Mine Kırıkkanat olayına bağlasaydınız bir de harika olurdu :))

    1. buster Avatar

      hahahjkahdsa ya vallahi çok talihsizlik oldu, sağda solda çok güzel atıp tutuyoruz. gerçi onlarınki tam aynı değil, ikisi de yayımlamış ve sonra yazan çalmış gibi duruyor. yine de bütün bomba olayların benim yazıyı yayımladığım günün (çünkü bir hafta önce yazmıştım neredeyse) ertesine denk gelmesi kötü oldu. belki bilahare konuşuruz. gerçi “şimdi beni konuşturmayın” diye spoiler’ı da vermişim, kendime haksızlık etmeyeyim =P

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Translate »