Gece 2, can havliyle bağırıyor. Babam. Anlamıyoruz. Dişleri yok, motor bölümü çoktan bozulmuş. O mu, bu mu, şu mu? Yüz-on-iki, diyor. Bozulmamış diye azıcık seviniyor, haldur huldur hazırlanıp, telefonu tuşluyoruz.
Ambulans ist… Hastamı… Hastamızın ağ… Evet… Evet, evet va… Hastamızın ağzından kan geliyor.
İmam sakal-bıyıklı bir doktor. Önce şaşkınlığını gizleyemiyor sonra güzel bir hastaneye yerleştiriyor babamı. Sabahları annem kalıyor, akşamları ben.
Maç bile açıyorum, başkalarıyla seviniyoruz. Hastanede insanlar azıcık da olsa mutlu oluyor. Babam olmuyor. Hiç oralı bile olmuyor. Yattığı gün skoru soran adam… İçim, midem, karış karış karış.
Elini uzatıyor.
Hadi, hadi… Gidelim, nereye, eve, şu serum bitsin.
Hadi, hadi… Nereye, eve, şu serum da bitsin…
Sonra susuyor. Şortunu indirecek. Yok indirme, sonda var. Bir şey söylemiyor, ama denileni de yapıyor. Kafasını seviyorum. O koca, uzun kafasını… Sanki sevdikçe oksijen seviyesi yükseliyor, ya da bana öyle geliyor.
Tam bugünü de çıkardım sanırken sabah 7 gibi pat diye, yanımda, gözümün içine baka baka son nefesini veriyor. Aynı bu yazdığım kadar basit şekliyle. Önce ağzındaki oksijen maskesini, sonra baş parmağa takılan o takip sistemini çıkarmasının (beni öfletmesinin) ardından.
Kocaman bir hııııııığh, sonra küçük hı-hığğ.
Bir tokat, iki tokat. Koş, hemşire… Bakabilir misiniz, nasıl denir, babam, öldü galiba…
Daha 20 dakika önce girmiştim bir şeyi yoktu, evet birden oldu, nasıl oldu, birden son nefesini verdi hiihhh diye. Bana bakarak…
Acil acil acil… Yatağı ameliyathaneye sür sür sür. 10 kişi geldi belki, masajlar, şoklar, sesler, bir şeyler… Önce çıkan lavuk nabzı yok, kalbi durdu dedi babanın. Sonra canım hemşire 6 dakika sonra döndü… Ama bitmedi, çıkarmadılar. 1 saatten fazla uğraştıktan sonra yoğun bakıma aldılar. Babam o günden bugüne bilinci kapalı bir şekilde uyumaya devam ediyor.
İyi mi ettik kötü mü bilmiyorum. Bir gün uyansa, bana iki tane çakarmış gibi de hissediyorum. Ne güzel ölüyordum lan, ne diye hemşireye söylüyorsun, diye.
*
Her gün yeni birileriyle tanışıyorum yoğun bakım koridorlarında. O kadar kolay konuşuluyor ki, kimse ilkokuldan bu yana hiç tanımadığı birileriyle bu kadar çabuk iletişim kurmamıştır.
İlki birebir konuşamadığım, ama acısını kemiklerine kadar duyduğum, birisinin, yine başka hiç tanımadığı birisinin ona sarılmasıyla rahatladığım bir kızcağız. Sanıyorum Karadenizliler. (Hayır burunları değil, beyazlıkları ve başörtülerini bağlama şekli ele veren, bir de bir sürü kadın olabilmeleri aynı yerde, o tuhaf dayanışmaları…)
İyi gözükmüyor ama sana söz veriyorum, elimizden geleni sonuna kadar yapacağız baban için, diyor iki kolunda iki kızının isimlerini taşıyan dövmeli doktor.
İçeri girip çıkıyor Karadenizli. Suratı iyiden iyiye kireç gibi. Hayatımda hiç bu kadar acıyı ta içinde taşıyan bir yüz gördüğümü ve görebileceğimi sanmıyorum.
*
Yer bulup zar zor, oturuyorum. Benim sevinmemle birlikte hemen yanımdaki sandalyenin boşalması arasında 30 saniye falan oynuyor. Gülümsüyorum. 24 saate yakın uykusuzluk, onca cebelleşme, onca üzüntü… Tüm bunlara rağmen bu salak salak gülümsemeler insanoğlunun aşağılık mı yoksa tam tersine güzide bir varlık oluşunun mu göstergesi emin olamıyorum.
Uyu uyu, diyor, yanıma oturan teyze. Sen şeydin dimi, o kapı çarpan suratına sabah hani… Ben gördüm seni. İyice bir inceler: O amcanın mı oğlusun? (Kart zampara falan diye düşünüyor yüksek ihtimal ama, amca dediği kendisi kadar falan anca.)
Sinop’tan, köyden, hayaletlerinden, hasta eşinden bahsediyor hiç susmamacasına. Yorgunluktan, işime geliyor. Arada bi’, aa evet, ben de gittim Sinop’a, ne güzel şehir demek istesem de araya giremiyorum. Teyzeye bu defa alıcı gözle, susmazken, bir de ben bakıyorum. Sinop, Karadeniz’den çok bağımsız bir yer. Beyazlıklarından ya da başörtüsünü bağlayış şeklinden oralı olanları hemencecik anlayabileceğin bir yer hiç değil diye düşünüyorum.
Ben namaza gidiyorum, diyor teyze. Allah’la da çok kavga ediyorum aslında bakma, namazda bile, ama ne yapayım, o da olmazsa çok yalnızız. Üzülüyorum. (Yürüyerek en yakın eczanenin yarım saatlik mesafede olduğu eski havalimanı hastanesinde mescitler var.)
Hoşça kalın, demekle yetiniyorum teyzeye.
Hayaletlerini gösteriyor gözüyle. Allah’tan başka kimse yok, ama ne yapayım kavga etmeden de duramıyorum, diye tekrarlıyor. Benim bey de hasta…
*
Teyze gittikten sonra ayakta duran, 70-75 yaşlarında (bir amca demek istesem de diyemeyeceğim), tıraşlı, saçlı, yakışıklı, son derece beyefendi birine takılıyor gözüm. Oturacak mısınız gibisinden, bir kaş hareketi yapıyorum. Çenesini yukarı kaldırıyor ama kimse oturmayınca da yanımda bitiyor. Uyuklar hâlim, beyefendinin içini çekmesi, gözlerinin kızarması, başını benden öte tarafa çevirip ağlamaya başlamasıyla tamamen kayboluyor. Karadenizli kıza sarılan o yabancıyı düşünüyorum. Biraz daha amca tipli olsaydı… Sonra sabahtan beri bana sarılmayan, beni sormayan kimseleri düşünüyorum, bir cesaret… Deri ceketini sıvazlıyorum amcanın, omzunu sıkıyorum, ağlaması gittikçe şiddetleniyor, bacağımı sıkıyor, sırtında yuvarlaklar yapıyorum.
Bir şeyi ihtiyacınız var mı?
Yok, sen yeni mi geldin?
Evet, yani sayılır, bu sabah geldim, evet, babam, sizin?
Ah gençmiş daha.
Yani yani, sizin, siz, siz neden, siz, siz…
Bir başıma buralardayım.
Neden yani, anlamadım ki, siz?
Oğlum, bir oğlum var, kimsesi de yok, anne yok, bir kardeşi olsaydı en azından…
(Ebenin amı buster, siz siz siz, al sana siz.
Ne bileyim oğlum, ben 50 senelik aşkı falandır diye düşünüyordum.
Yav uzatma işte adam sağır değil ya, siz siz siz, ne sizi…)
Ben Ören’deyim.
Evet, biz de oralardayız yazın, biliyorum. (Ne diyorsun oğlum sen ya, ne diyorsun, Sinoplu’ya dut yemiş bülbül, bur’da… Çenen batsın.)
Oğlan burada, konfeksiyoncu, dünyayı geziyor, mallar alıyor, dur, oğlum, yeter oğlum, yavaş oğlum, biraz tadını çıkar gençliğinin oğlum. Bir gün aortu atıyor, o gün bugündür, kıpırtısız yatıyor içeride. 1 ay oldu.
Amcanın omzunu sıkıyorum, o da benimkini… Birden o dövmeli doktor beliriyor yeniden, bırakıyor beni.
Koş, koş, koş. Ağla, ağla, ağla… Tuvalet, tuvalet, tuvalet.
*
Pardon size bir şey sorabilir miyim, diyorum tahmini ana-kıza. İçeriden seslendiler mi?
Yok, henüz kimseyi çağırmadılar, diyor çocuk.
Eşyalarımı arabaya bırakıp geliyorum, nihayet geldi bizimkiler. Dönüyorum, aynı soru.
Bu defa bozuk Türkçesi’yle kadın (anne) bana ne zamandır burada beklediklerini, şöyle şöyle yaparsam daha iyi olacağını, burada böyle böyle olduğunu söylüyor.
Bir anda bana yardımcı olmaya çalışan, azıcık beni seven birini bulduğumdan hayran hayran bir ona bir kendisine pek benzemeyen kızına bakıyorum. Kızı, annem gelince benim beyefendi amcaya yaptığıma benzer bir hareket yapıyor. Annem önce çenesini kaldırsa da, kalkan kızın yerine oturuyor.
Sormak istiyorum, siz neden buradasınız, nasıl basit bir şey mi, koroner mi, nedir, ölümcül mü, yoksa sizin de tanıdığınız öylece yatıyor mu? Soramıyorum, nasıl sorayım. O amcadan, o kendi derdini bitirip başkalarına dertlenmelerden, o Allah’la kavgalardan sonra nasıl ağzımı açayım, ilkokul ilk günden sona eriyor demek…
Ölüyorum, kocasını mı bekliyorlar, kızın kocasını mı, bir şey, tanımadığım, tanımlayamadığım bir itki, belki bozuk anne Türkçesi, belki kızın yerini tereddütsüz anneme bırakması, bilemiyorum, bir eğitim sancısı, bir yanım, kulağa iğrenç gelse de hikâyeciliğim onları tanımak istiyor. Birazdan, belki laf lafı açar annemle, öğrenirim diye düşünürken, dövmeli doktor yeniden kapıda beliriyor. Boşalan iki kişilik yere teyzemle kuruluyor annem. Ayaktayım, bana çarpan kapıya, dövmeli doktora bakıyorum. Bir isim duyuyorum: Barış Karamuço!
Asla unutulmayacak bir soy isim. Annemlere bakıyorum, tam o sırada ona yerini bırakan kız giriyor. Demek Barışmış… Hayatımda hiç 40-45 yaş üzeri Barış tanımadığım için ağzımı açmamış olmamın ne derece iyi bir karar olduğuna kanaat getiriyorum. Anne girmedi, demek kendi annesi, yatan da kızın eşi. Barış… Ne güzel isim Barış… Gerçi Barış Manço vardı, belki de ondan geliyor ismi, demek sanatçı bir aile. Karamuço. Ne güzel bir soyadı… Ne oldu da bu yoğun bakımlara düştün Barış?
İki saat daha bizim dövmesiz doktordan haber gelmeyince birden aklıma Barış Karamuço’yu internette aramak geliyor. Kızın aynı tiplisi. Çiftler gerçekten bir süre sonra birbirlerine mi benzer… Önemsemiyorum. Kosovalıymış, demek ondan barış…
Karamuço’yu dinliyorum. Ne güzel, kolaylıkla İngilizcelerini kullanabileceği bazı kelimelerin bilhassa Türkçelerini seçmiş olması… Seviniyorum. Sanatçı olmasına seviniyorum. Sonra üzüm üzüm üzülüyorum. Bu bugün kaçıncı? Yarın kaçıncı olacak?
*
Sinoplu teyze geliyor birden aklıma. Allah olmayınca da çok yalnız oluşu, onunla namazlarda bile kavgalar edişi… Adını bilmediğim o amcanın çocuğu kadar, Barış için de edilsin istiyorum dualar, her ne kadar kavgalı olsak da kendisiyle…
Knausgaard’lık yapıp isimleri hiç değiştirmeden yazıyorum uzun zamandır.
Olur da çıkışını göremezsem, bir gün Barış’tan haber alabileceğim ümidi ile.
Belki ismini bir gün internete yazar, ve bu yazıyı bulur ve biraz gülümser diye.
