Hikâye anlatıcılığındaki bu twist denen naneyle, şaşırtmacalıkla, müthiş bir derdim var. Bir yandan inanılmaz seviyorum (eskiden kendim de yapar/yapmaya çalışırdım) bir yandan da okuru/izleyiciyi kandırmak (yani en başta yazarın kendi kendini) gibi geliyor, tiksiniyorum.
Oysa belki ne sevme ne nefret gerek. Her iş gibi, yerine göre güzelleşen yahut berbat edilen bir anlatım tekniği gibi görmek… Fazlası değil.
***
Şarkıya teknelerin yapıldığı kumsalda denk geldim*, köyiçinde. Ve hemen vuruldum.
Aslında hemen de vurulmadım. Yalanlı şarkı diye, illa hemen yalan olmasın. Şöyle olsun: Gülümseten arpejden sonra ilk dizesini duydum. Kasımın sonu falan dinlemeden 20 derecelik güneş ışınları gözümde… Hanın or’da. Yosun kokuları, martılar, birkaç katlı evler, mevsimsiz açmış çiçekler…
Hemen dedim ikinci dize şöyle şöyle devam etmeli… Daha da keyiflenmek derdim, her zamanki gibi…
Mesela mavi tasmalı, yavru bi’ köpek plastik, renkli bir topun ardından koşturuyor olsun. Bir türlü ağzında tutamıyor ama vazgeçmiyor da belki… Olmuşken, koşuşu pek salak, kulakları neredeyse patilerine değiyor olsun… Evet, evet… Aaaa… Bu dize tahmin ettiğimden de fiyakalı ama.
Sonra üçüncü kısım geldi. Olumsuz şeyler söylemesini diledim. Şarkının selameti adına canım. Siz de.
Yalnızlara, kayalara sandalye atmış yaşlılara baktım.
Sonra sonra…
Sonra daha ne olacak ki ya, bu kadar mutluluk yetmedi mi?
Yetmez, insanız. Hep daha, hep daha.
Bitti. İşte o zaman tam manasıyla vuruldum parçaya. Beklemiyordum bunca yamulmayı. Orhan Veli’yi anımsattı bana çokça. Becerebilirsek, onun gibi Türkçeleştirmeye çalışmak niyetimiz.
***
Ağlamanın, Gülmenin, Sevmenin, Yalanın
Ağlamanın
Ağlamanın kimseye hiç mi hiç bi’ hayrı dokunmamıştır bu hayatta
Tam bu yüzden ağlamam ben hiç, hiç mi hiç.
Gülmenin
Gülmenin bazılarına, bazı bazı, bazı hayırları dokunmuş olabilir bu hayatta
Görüyorsunuz, bu yüzden gülümsüyorum ya.
Sevmenin
Sevmenin bana, hiç mi hiç hayrı dokunmamıştır bu hayatta, hem de hiç
Sevememem seni hep bu yüzden, tam da bu yüzden ya.
Yalanın
Yalanın kimseciklere hiç mi hiç bi’ hayrı dokunmamıştır bu hayatta, hem de hiç
E, peki, bunca yalanı ne diye söylüyorum şimdi acaba?
Ne diye?
Bunca, şimdi?
*Oysa The Holdovers‘ta da çalıyormuş, tamamen unutmuşum. Belki de bu yazıyı yazabileyim diye, bölünmüşüz zamanın içinde. (Bu lafa bayılıyorum, hayır, Proust değil, René Charımızın, belki de Sâmih Rifatımızın.)

kandirmadan sasirtmak mumkun, disiyla icinin bir olmamasi hali, disina bakip yazdigin hikanyenin gerceklik ortaya ciktikca curutulmesi, beklemedigin bir sozu soylemesi, zihnin beklenmedik bir donemeci almasi. Sasirmak, ihtiyac olmasa da bir luks diylebiliriz.
Aslında evet, doğru söylüyorsunuz. Yani ben de aman burada bir şaşırtmaca yapayım diye yazmıyorum (yazıyorsam da hemen utanıyorum, bazen siliyorum, bazen de aman be diyorum), belki de çoğu zaman kendi kendine o yola giriyor anlatı.