Mahzen – Bir Vazgeçiş (Çev. Mustafa Tüzel)
“Ansızın duyumsadım ki varoluşum yeniden yararlı bir varoluştu.”
Bu eskiden değil, tam şu zamanlarda daha çok hissettiğim bir duygu durumu. Sanki yaşamamın bir yararı yok gibi. Bakın değeri ya da öneminden bahsetmiyorum. Düpedüz kimseye yarar sağlamadığından… Hastanedeki hastabakıcıları düşünüyorum, hemşireleri, hatta o uyuz doktorları… Hepsinde, hepsi de, bu dünyaya bir katkı sunan, olmaları, var olmaları öteki insanlara yarar sağlayan, şifacı canlılar. Bir çiçek yetiştiricisi, kamp malzemeleri üreticisi ya da bir hastabakıcısı olsaydım, bir yararım olabilseydi dünyaya, belki bu kadar boğuluyor hissetmezdim sürekli.
*
“Gerçekte ne denli yalnız olduğum bu anda belirginleşti.”
Tam da son cümlenin üzerine. Böyle anlar vardır ama. Sanki daha önceden hiç yokmuşçasına, anısızın. Bir yazım hatası mı, Ferit Edgücülük mü bilmem.
*
“Önceden sık sık yaptığım gibi, kendimi bir geleceğe ikna ediyor değildim.”
Bir kez geleceğe umutla bakmamaya başlayınca, öteki insanların hayalleri, o ümitli hâlleri, kendileri için, ülke için ya da herhangi bir şey adına çabalamaları hep bi’ komik hem de imrenilesi geliyor insana… Ancak, anlık. O kadar. Zeki Bey’in dediği gibi, hiçbir şeyin hiçbir zaman dilediğin gibi olmayacağını bilmek ve bundan ötürü acı duymamak belki de.
*
“Varoluşum hep ömür boyu huzur bozdu. Daima rahatsız ettim. Yazdığım her şey, yaptığım her şey rahatsız ve tedirgin edicidir.”
Şebnem mesela, ardımdan kendine gelmesinin en aşağı üç gün sürdüğünü söylemişti. Pozitif anlamda demiyordu elbette, bulutların üzerinde uçtuğu gibi bir varsayım sizi de beni de yaralar sevgili okur.
Deniz ya da, arkadaşım yani… Gondol’u okuduğu zaman aynısını demişti. Rahatsız oldum… Ben de rahatsız etmeye çalışıyordum aslında be Denizim, aslında söylediğin iyi bir şey sen kötü bir şey gibi düşünsen de. Bir de seni edebiyat üstadı bellemiştik =/
Mızlı da daha demin kullandığım son cümle türünden söylemlerimin ne kadar keskin ve kesin, insanı gıcık eden tonu olduğunu söylemişti. Binlerce yıl içinde tutmuştu öfkesini hahahah.
*
“Yazmak benim için yaşamsal bir zorunluluktur.”
Bunu bildiğimden, durumu içselleştirdiğimden beri çok rahatım. İnsanlara anlatamıyorum ama öyleyim. Yaşamsal bir zorunluluk da değil aslında. Sadece yazıyorum. Çok sevdiğimden de değil çoğu. Çok iyi olduğundan ve hatta dünyaları değiştireceğinden de değil. Yazıyorum. Bu kadar. Benim varoluşumda, var olmamda da bu var. Başka türlüsü yok. Ne yazık ki yok. Dediğim gibi hastabakıcı olup, yararlı bir birey olmak da isterdim, hani sadece mesai saatleri içinde bile olsa… Ama olamıyorum, bunun için bir itki hissetmiyorum. Sadece bir şeyler yazmak doğal geliyor bana, hepsi bu. Biliyorum herkesin yapabildiği bir şey, biliyorum çok temel bir şey. Sanki bu olmamalı, başka bir şey olmalı gibi de düşünüyor insan, ben de düşünüyordum bir ara, ama benim bohçamda olan yalnızca bu. Şapkam dolu çiçekle =P Düşününce bu beş yazı, alıntılar, üzerine konuşmalar falan, kim yapar ki bunu işi bu olmasa cidden?
*
“Mahvolmak istemiyorsam benim için her şey demek olan insandan ayrılmalıydım, yani herkesten ayrılmalıydım, ve herkesten bir anda ayrıldım.”
Oy dağlar…
Hani bu iç çekmenin bile bence bilinçdışımızda yeri var. Zorluklarda gelen dağlara, kimsesizliğe, insansızlığa kaçma isteği…
Hatta, ilkokulda çizilen klasik resimlerde bile olan bu değil miydi?
Ben hiçbir şekilde dağ falan görmemiştim o zamana dek, anımsamıyorum. Ama öğretmen dağ, ortadan akan nehir (böyle bir şey de görmemiştim), 1/6 güneş, birkaç ağaç, meyveler, hatta havuç ve benzeri mahsuller (ekili hâlleri), müstakil bir ev ve çimenler, birkaç hayvan çizdirmişti, ben de çizmiştim… İnsan var mıydı anımsamıyorum, kaçmamız gereken ve o çoktan bildiğimiz yerde insana dair bir iz var mı, bilmiyorum. Ben oralarda yapamam, bunu biliyorum, ve belki de bu kaçma isteğimin yok olmaması için anca bu şekilde iç çekiyorum. Oy dağlar… Dağlar dağlar…
*
“Evim, benim cehennemimdi.”
Sürekli kavga edilen yahut rol yapılan bir ev elbet herkes için cehennemdir.
*
“Her şeyin grotesk olduğu küçük şehirler bütünüyle bir yana, orta büyüklükteki şehirlerde her şey insan doğasına karşıdır, ve daha yeniyetmeler bile tepeden tırnağa yapma insanlardır.”
Yeniyetmeler ile yetişkin insanlar arasında şöyle bir fark var aslında. Yeniyetmeler rol yaptıklarının daha çok bilincinde oluyor. Yapmacıklık yaptığında gözler daha çok kırpıştırılıyor, yalanlar söylenirken daha çok kaçırılıyor, öyle dik dik karşındakinin gözlerinin içine baka baka söylenemiyor.
Yetişkinlikte masumiyet yerini bu yapmacıklığa bırakırken aslında ruh değil beyin/fikir/izan/akıl da rehin veriliyor. Yani o ortamda (ecnebiler buna aslında “bubble” der, demek istediğim o) o kadar çok kalıyor, o kadar çok yapmak istemediği şeyleri yapıyor, o kadar çok yapmak istemediği şeyleri yapmak istediğini düşünüyor yahut yapmak isteyip istemediğini düşünmüyor ve farklı değişkenlerle yalnızca şekil değiştiriyor ve yaşıyor ki, farkında dahi olamıyor kaybettiği izanının.
*
“Müzik estetiği dalında ders verdi.”
Buna çok özendiğimi anımsıyorum. Hayatım boyunca en çok istediğim, doğru düzgün bir din kültürü, İngilizce dışında bir dil eğitimi ve bu tür sanatsal etkinlikler dersiydi. Bir de Amerikan filmlerinde gördüğümüz o “garaj” ve “ev hanımlığı” dersi. Yani kısa vadede yararlı, hayatta kalmaya yetecek şeylerin öğrenimi ve sanatın birleşimi bir eğitim. Şu eğitim bugün verilse kayıt olacak binlerce yetişkin kesinlikle vardır diye düşünüyorum.
*
“Yazdığımda hiçbir şey okumuyorum, okuduğumda hiçbir şey yazmıyorum, ve uzun dönemler hiçbir şey yazmıyorum, hiçbir şey okumuyorum. İkisi de eşit can sıkıcılıkta.”
Ben bunun dengesini bu yaşımda hâlâ oturtabilmiş değilim. Gerçi Bernhard oturtamamış ben nasıl yapayım…
Kült sayılan ve binlerce yıl sürmüş komedi ve dramaları çok çok nadiren izleyebiliyorum. Çok vaktimi alacak oyunların başına oturamıyorum. Oturduysam eğer, o bitene dek de başka bir şeye konsantre olamıyorum. Duyulan vicdan azabının ise haddi hesabı elbette olmuyor.
Okumak ise bende genelde tam tersi duygulara yol açıyor. Eğer güzel bir şey okuyorsam müthiş keyif alarak okuyor, hatta iyi tesirler ettiğini görüyorum yazma edimime. Kötü bir şeyler okumanın da yararı bu yazmış ve yayımlatmışsa ben alasını yaparım gibi bir pozitiflik bombasına dönüşmeyle gerçekleşiyor.
Demek geleceğe yönelik hayaller ancak ve ancak yaşama amacı edilen eylemlerde geçerliliğini sürdürüyor.
*
“Zihnimde ortalık toparlanır, eşyalar her gün yerlerine yerleştirilir. İşe yaramayan her şey reddedilir ve gayet basit biçimde zihnimden dışarı atılır.”
Zannediyorum bunu yapmadan zihni verimli kullanabilmek -2020’li yıllar için konuşuyorum ki- mümkün değil.
Shitpost’larla, en çok favorilenen tivitlerle konuşmaktan normal iletişim kurmayı unutan arkadaşlarım var. Yahut sevilen bir dizi sahnesinden örnek vermedikçe neden bahsettiğimi anlayamayan… Ve o diziyi izlemek, o postu görmek istemeseniz de sizi bunları izlemeye maruz bırakan… Çünkü insan olduğunuzdan insana ihtiyaç duyduğunuzdan, çünkü dışlanmak istemediğinizden, çünkü sanki o anda orada olamazsanız bir şeyleri kaçıracağınız korkusundan, konuşulacak bir konu bulunmasından…
Alıntıya dönecek olursa bilhassa dikkat ederseniz profesörler de bu şekilde ders anlatır. Nereye ama nereye konuşmacı olarak çağrılırsa çağrılsın, aynı kitap ve olaylar üzerinden kendi konularını anlatır, sempozyumun konusu pek de önemli değildir, sürekli, temcit pilavı gibi, başa döne döne, sıkılmadan, yahut sıkıldığından kendi bile haberi olmadan, aynı şakaları yapa yapa, kendini her seferinde bu monotonlukla öldüre öldüre… Bildiğini aslında iyi bilmek, bu bildiklerine katkı sağlayan her şeyi ama her şeyi almak ve katkı sağlamayan her ama her şeyden sakınmak dikkatinizi çekerim “hoca” olmanın bile formülüdür. Hahaha.
*
“Ehliyetsizlik tüm ilişkilerde hüküm sürüyor ve zamanla çok doğal bir biçimde kayıtsızlık etkisi yaratıyor. Bunca yıl süren kırılganlık ve yaralanmışlıktan sonra şimdi nerdeyse kırılmaz ve yaralanmaz olduk. Yaraları algılıyoruz fakat bugün artık eskisi gibi aşırı duyarlı değiliz.”
Bu cümleler, başından sonuna dek beni üzüm üzüm üzüyor. Herhangi bir ilişkide tecrübelenmiş olmak yaşanacak kalp kırıklıklarını azalttığı gibi kalbi tam manasıyla verebilmeyi de azaltmış oluyor. Burada en çok canımı yakansa şu: Ortada bir şey var, buna üzülmem lazım, eski ben olsa buna yıkılırdı, ama şu anda yıkılamıyorum çünkü durumu kanıksadım.
Of be kardeşim.
Oy dağlar be.
*
“Daha sert darbeler indiriyoruz ve daha sert darbeler alıyoruz. Yaşam daha kısa, daha yok edici bir dil konuşuyor: bizim de bugün konuştuğumuz dil. Artık hâlâ umudunuz varmış gibi duygusal değiliz. Umutsuzluk bize insanlar, gelecek vesaire hakkında berraklık kazandırdı. Bizzat kendimizin, yaşarken kendi başımıza gelen her şeyin kanıtı olduğumuz yaşa geldik.”
Daha sert darbeler indirip alırken bunların sertliğinin bile farkında olmuyoruz çoğu.
Ben bir şeyin kalbimi kırdığını, bunun olağan olmadığını belirtirken o kadar çok, o kadar sürekli aynı durumdan bahsediyorum, o kadar çok durumu yineliyorum, BAK BUNDAN BUNDAN ÜZÜLDÜM, BUNDAN BUNDAN KIRILDIM, BUNDAN BUNDAN, NE OLUR ANLA ARTIK, SEN BU KADAR TAŞ KALPLİ OLAMAZSIN diye kendimi o kadar anlatmaya, açıklamaya çalışıyorum ki, bir süre sonra adeta sinek vızıltısına dönüşüyor sesim. (Hatta denildiği gibi ses de olmuyor artık, vızıltı oluyor o durum. Türkçemizden özür dilerim.)
Neredeyse bu kadar çok yinelediğim için ÜSTÜNE bir de ben suçlu oluyorum, sanki ortada abartmaya değmeyecek bir mevzu varmış da, ehemmiyetsiz bir mesele imiş de, ben göklere çıkartıyor, dırdır ediyormuşum gibi.
Kanıtı değil de sonucu mu diyor acaba diye merak ettiğim oluyor son bölümde, ama Almancam hiç yok. Ama umutsuzluğun, en ufak bir şey bile beklememenin, en bundan başımız yanmaz denilenlerin bile hayal kırıklığı yaratmasının ardından, daha sert olduk ve her ama her şeye topyekûn küstük.
*
“Kendimin de daima iki yaşantı sürdürdüğünü yadsıyamam, biri doğruya en yakın düşen ve gerçeklik olarak tanımlamaya gerçekten hakkım olan, bir de oynanmış yaşantı. Bu ikisi birlikte zamanla beni yaşamda tutan bir yaşantı oluşturdular, dönüşümlü olarak bir kez biri, bir kez diğeri başat oldu, ama unutulmasın ki iki yaşantıyı da hâlâ sürdürüyorum. Şu ana dek. Bugün yaşamımı oluşturan her şey başımdan geçmiş olmasa herhâlde onları kendim için icat ederek aynı sonuca ulaşırdım. Bu zorunluluk beni her yeni günde ve her yeni saniyede ileri götürdü. … Büyükbabamın yanılsamaları bende yoktu, onunkiler gibi yanılgılara düşmedim. … Büyükbabam operadan nefret ediyordu ve tiyatroya hayrandı, fakat ne opera nefret edilesidir ne de tiyatro hayran olunası. Tıpkı ne insanların birileri ne de ötekileri gibi. Hemen hemen tüm insanlar nefretle hayranlık arasında kendilerini mahveder. … Aslında bakarsanız hiçbir yoldan gitmedim. Herhâlde bu sonsuz ve anlamsız yolların birinden gitmekten korktuğum için.”
Yana yatırdığım cümlelerde Bernhard, zannediyorum bilmeyerek de olsa Jung’a selam çakmış gibi duruyor.
Bu türden ikili yaşamlar, çoğunlukla ailelerin çocuklara biçtiği rolleri, kendine yakışır ve de yaraşır olanları karşılamaya çalışan ama içten içe yahut genlerden, yahut toplumsal bilinçdışından ötürü tam tersi gibi davranan, sözgelimi sigara içen ama bunu ailesinden gizleyen insanlarda daha çok görülüyor.
Örneğin çok açık görüşlü olmalarına rağmen sağken dayımla ya da amcamla bir türlü uzlaşamadığımız konular vardı. Bernhard’ın dedesinin opera ve tiyatrolar hakkındaki kesin hükümleri gibi. Burada o iki yaşama sahip çocuk elbette hem uyum sağlamaya çalışıyor hem de kendi fikirlerini belirtmeye ihtiyaç duyuyor. Eğer tüm bunlardan bahsedemezse de bu defa hiç olamayacak ya da hiç öyle olması beklenmeyecek konularda öfke nöbetleri geçirecek.
Tam da bu durumlardan içinde en az iki fikir, iki insan, iki düşünce yaşayan insan da bir yol seçemez kendine. Çünkü hiçbir ama hiç BİR şeyden emin olamaz bir türlü.
-devam edecek-
Birinci yazı neydi ya diyorsanız: Tık.
İnsanlara fayda sağlama konusunda ben de seninle aynı şeyi hissederdim eskiden, keşke doktor olsaydım derdim mesela. Ama doktorluk Yapamayacağım da aşikar…:) Kanıksamak konusunda da sana katılıyorum, en kötüsü de o. Eline sağlık:)
Ben doktorlukta bile değilim ya, hastabakıcılık, gündelik ihtiyar evine yardımcılık, bu tür şeyler bile yani. Bunlar yapılabilir gayet. Kesin alınacak birileri çıkar, o yüzden x mesleğini yapan y kişisi diyelim. Kardeşim sen neden dünyadasın yani, bunu hiç düşündün mü, bunu hiç düşünmemiş birinin ben neden fotoğraflarını, iğrenç dilbilgisiyle yazılmış yazılarını takip edeyim, neden hâlini hatrını sorup, derdini dinleyeyim ki? Bu döngüye girince de kayboluyorum.
Kanıksamayı kanıksadığımız için üzerine konuşmamız artık gereksiz hahahaha.