Aslında kronolojik bir sırayla gidiyordum bu seride ama başlıkta da bahsi geçen, canım ciğerim biricik Dylan’ımı anlatan A Complete Unknown düzenimi bozdu. Olsun. Geri döneriz. Tıpkı bu yazılara döndüğümüz gibi.
O zamanlar çocukmuşuz derim ben, biraz utanırım, utançla yaşamaya alışkınım, geçer gider. Ama böylesi filmler çekmek, üstelik I’m Not There’in yapıldığı yerde, ne bileyim korkutucu geliyor bana…
***
8 dalda Oscar adayı olan A Complete Unknown, zamanında bahsettiğimiz bir meseleyi, hatta epey utanarak hatırladığım bir meseleyi, hiç de utanmadan anlatmış, filme almış. Utanma da dememeliyim aslında, o kadar kötü değil film, izleniyor, hiç olmadı, dinleniyor ama son zamanlarda bilhassa biyografik filmlerde rastladığımız şekillerde, biz bu filmleri, bu filmler derken atıyorum Bohemian Rhapsody gibi filmleri, YANİ aslında şarkıcının orijinal görüntülerine sahip olduğumuz filmleri, ne diye, ne sebeple, neden, NEDEN izlemeliyiz? “Nasıl da aynısını yapıyor bak bak” oyunculuğu için mi?
Bu bağlamda I’m Not There ve Todd Haynes’ı elbette şükran duygusuyla anmadan geçmek olmaz. Çünkü hem Dylan hakkında ilk filmi Haynes yaptı (hatta Dylan’ın demesine göre oğlu ön ayak olmuş, demiş manyak bu Haynes, o yapsın biyografi filmini, çok üstelememiş Bob nasılsa, tamam demiş) hem de Dylan’ı salt bir (1) kişiye değil, içinde yaşattığı kişilere istinaden, sürekli değiştirdiği tarzlara bakarak yedi (7) farklı kişiyle anlattı. Ruhumuzu küşayiş ile doldurdu. Bu anlatım (hep diyoruz an-la-tım, başkası çok da mesele değil) filmi sanat hâline getirendi… Yoksa elbette seyircinin Dylan’a “Juddaaaaasss” diye bağırdığı sahne, o video, footage artık ne diyorsanız ZATEN mevcut. Ben niye tekrar tekrar, bu defa olmayan şekillerde bu sahneyi izleyeyim ki?
Ya da soruyu biraz değiştirelim: “Ne yaparsan izlerim?” Haynes gibi yaparsan elbette. Hemen hatırlayalım. Haynes “Judas” sahnesi için Cate Blanchett’ı uygun görüyor. Çünkü kadın, çünkü o zaten bir şekilde yuhalanıyor, yargılanıyor, eleştiriliyor, eksik görülüyor… Haynes, Dylan’ın akustikten elektriğe geçtiği ilk zamanlardaki hâlini, o ruhu dişil bir bilinç gibi yansıtıyor. Değişim, değişme, kendini yenileme bilinci biçiminde… Ama Walk The Line‘ını çok sevdiğimiz James Mangold ne yapıyor aynı sahne için, bana sorarsanız hiçbir şey. Yeni neredeyse hiç-bir-şey yapmıyor, bir de üstüne hayali Dylan-lık-lar ekleyerek filmi iyiden iyiye vasat, yer yer cıvık diyebileceğimiz bir romantik komediye dönüştürüyor.
***
A Complete Unknown’da şarkılar yine güzel söyleniyor, sahneler yine gerçeğine çok yakın çekiliyor, insanlar ve kıyafetler yine gerçek hâllerine çok benziyor/dönemi yansıtıyor ancak (hatta belki de şöyle demeli) ANCAK bunu biz neden izleyelim? Burada tıkanıyoruz yine.
Bir de, tüm bunları görmezden gelsek bile, müthiş can sıkıcı bir Dylan portresi yansıtılıyor Timothée Chalamet tarafından. Sevgili NBC’mizin literatüre kazandırdığı “çok oynamak” Timothée Chalamet’te neredeyse hastalık derecesinde fazla görülüyor. Chalamet, Dylan olmaya o kadar çalışıyor ki, biz bir türlü kendisinin Dylan olduğuna inanamıyoruz. Tıpkı bize aşığı olduğuna inandırmak için çok çabalayan insanların bir türlü aşkına inanmamamız gibi. Teslim olamıyoruz tam manasıyla filme. O kadar yapmacık oynuyor ki (evet, Dylan’ın kendisi de böyle biri, kabul ediyorum, ancak onun kendi hâli böyle, kendi hâli rahatsız edici olan birinin taklidi değil), belki biraz ağır olacak ama Walk the Line’da Joaquin Phoenix tam olarak ne değilse, o diyebilirim Timothée Chalamet için A Complete Unknown’da.
Bana kalırsa tamamen soyadından ve daha doğarken ünlü olmasından ötürü pek tutulmayan ama harika iş çıkaran Elle Fanning haricinde oyunculuğa dair pek bir şey mevcut değil filmde. Şarkı söylemediği ya da yeterince-harika-filmlere-imza-atmış-ve-biraz-yaş-almış-ünlü-oyuncu olmadığı için performansı görmezden gelinmiş akademi tarafından, olsun. Mühim değil. Kendisi gönlümüzün birincisi, Aurora’sı, Shelly’si. Bilinsin.
***
Benim 2010’da yazdığım yazı ne alaka diyeceksiniz, evet o yazı gibi film, samimiyim. Tam da o yazı gibi, biraz twist’li hâliyle. O yazıyı okurken ne kadar küçük ve ne kadar Türk ve Avrupalı olmayan/Doğulu bir erkek imajı oluşuyorsa yazan için sizde, (ki yorumlarda da Enver abim güzel laf çakmış bana ama 15 sene sonra doksana yemiş golü hahahaha) tam da öyle bir film A Complete Unknown işte.
Filme dair sevdiğim şeyler de yok değil, sadece romantik komedi bağlamında izlenildiğinde nasıl solist oğlandan bir sevgili olmayacağını bize gösteriyor, ya da yazının fotoğrafında görebileceğiniz üz’re pek güzel bir lafla bitiriyor romantik komedi meselesini kendi içinde. Ama bu yetmiyor elbette. Samimi olarak söylemek gerekirse, hak ettiği şekilde Oscar’sız kapıyor seneyi film.
Masters of War cover’ını çok beğendim ama. Hakkını vermek lazım, o para yaparken kaybedilen ruh meselesi belki de film boyunca çok güzel yansıtıldığından da olabilir. (Aaa o kadar lafın üzerine övdüm gibi oldu, neyse.)
Son “verse”ünü bizimkine uyarlayarak bitirelim, inşallah bir gün diyelim:
“Umarım geberirsin, tez vakitte…
Ve öğle namazına müteakip, düşerim cenaze arabanın peşine…
Çukurun kazılmıştır, izlerim toprak atanları kefenine…
Ve dururum mezarının başında yine de,
Nihayet emin olabilmek için geberip gittiğine.”
Bin sene de geçse hisler değişmiyor bazıları hakkında…
1 thought on “Geçmiş Zaman Olur Ki #6 (yahut şimdiki zamanda bir “A Complete Unknown” öngörüsünün yansımaları)”