Denir ki şairler âşık olduğu kişiyi değil, âşık olma ediminin kendisini sever. (Nasıl kelime oyunları ama, yani biraz düşününce.) Sevdiğini yüceltir, mektuplarını kafasında yarattığı o kişiye yazar. Ahmet-Mehmet, Ayşe-Fatma, Maya-Mira, Ada-Su aslında önemsizdir.
Buna çok fazla katılsam da, yaşanan hayal kırıklıklarından sonra şairin iyiden iyiye içe, içine, en derine, özüne dönmesinin, küskünleşmesinin, yalnızca ve yalnızca sanatına yoğunlaşma sebebinin çoğunlukla göz ardı edildiğinin farkına vardığımda ise üzüm üzüm üzülüyorum.
*
Geçtiğimiz günlerde Hulki Aktunç’un Daktilo Günlük adlı kitabından birkaç sekansı seslendirdim. (1, 2, 3, 4.) Aynı yayınevinden çıkan İki Satır, İki Satırdır kitabını okudum. İkisinde de benzer şeyler inanılmaz, ama inanılmaz huzursuz etti beni.
Daktilo Günlük’te “birilerinin kalpleri kırılmasın diye” bazı bazı kimselerin isimlerinin sansürlendiği belirtilmişti. (Hulki yerine H.. ya da belki de A… diye geçirmişler mesela; hatta bazı kısımlar hepten de yok sayılmış olabilir, bilemiyoruz.) Hemen öfkelenmiş, Kardeşim o zaman ya hiç yayımlamayın ya da hepsini doğru düzgün yayımlayın bu ne ya? diye patlamıştım. Sonra sonra, hepten içime kurtlar düşmüştü, ya bu metinler arasında uydurma olanlar da varsa diye.
Öyle ya, editör, ya da yayınevi, ya da yazarın hanımı; yazarın hem “sağlığında tuttuğu ama yayımlamadığı notları yayımlama” hem de “işine gelenleri, işine geldiği gibi eksiltili biçimde yayımlama ya da hiç yayımlamama” kudretine kanilerdi. Üzüldüm, üzerine çok varmadım. İş bu, dedim. Sustum.
*
İki Satır, İki Satırdır’da ise öfkeden çılgına döndüm. Bu defa kitabı hazırlayan kişi editör bile değildi. Habil Sağlam… Cansever’in yazdığı mektuplar kendisine emanet edilmiş bizzat Alev Ebüzziya tarafından.
(Habil Bey, bir iki yerde kendisinden “Alev” diye bahsediyor ki, bi’ gülme alıyor beni. Hadi diyelim, Ebüzziya kendisine Alev diyebileceğini söyledi. Yahu, önsöz yazıyorsun kitaba be adam, ne Alev’i allaşkına?)
Gerçi buna da bir itirazım olmazdı. Olamazdı. Koca yayınevi böyle uygun gördüyse vardır bir bildikleri derdim… EĞER Cansever ve Ebüzziya arasında yaşanan ilişkiyi tanımlarken “platonik aşkın zamanla dostluğa evrilmesi” gibi BÜYÜK BÜYÜK laflar etme cüretini göstermeseydi Habil Bey. Belki de sormak lazım kendisine:
1- Kim kime platonik âşıktı acaba? Siz bunu nereden biliyorsunuz? Hatta ve hatta siz (seviyeyi birden yükseltmemek de lazım) acaba platonik aşk nedir, biliyor musunuz?
2- Ebüzziya’nın mektuplarını Cansever yakmış, nereden çıkardınız bu “dost” imgesini, hangi “dost” mektuplar? (Kaldı ki Alev Hanım evlendikten sonra bu DOST işiyle iyiden iyiye dalga geçiyor Edip Bey, 102. mektupta örneğin.)
Öncesinde yazdıklarının hepsi “okşamalı, öpüşmeli, koklamalı, kavuşmalı, gizli mesajlı, buluşmalı, arzulu” AŞK mektupları. Hiç cevap almadığı hâlde, hiç umut verilmediği hâlde, hiç coşturulmadığı hâlde Cansever bunları öylesine mi yazmış yani, Alev Hanım açlında mini mini bir doçt muymuçççççç çadeceeee? Uuuuuuuuğğğğ.
3- Hadi diyelim öyle, siz ne diye okuyucuyu yönlendiriyorsunuz, bu misyonu ne diye edindiniz? Bırakın okusun ve kendileri karar versin.
4- Metinlerle de oynamışsınız. Değiştirdiğiniz yerler için şöyle bir şerh düşmüşsünüz: “Yalnızca Cansever’in kendi kullanımlarıyla örtüşmeyen kimi yazımları metnin GENEL TEMAYÜLüne uygun hale getirdim.”
Gerçekten delirmemek elde değil, yahu Bay Sağlam, size ne oluyor kuzum? Kendi kullanımı ile örtüşsün örtüşmesin, belki ben orada ne kadar sarhoş olduğunu, ne hâlde yazdığını anlamak istiyorum, hayret doğrusu.
5- Mektuplar bu kadar mı, hepsini yayımladınız mı? Çünkü yazdığınıza göre Alev Ebüzziya ölmeden önce şunları yayımlatalım demiş. Hatta alıntılayalım “kendi bilgisi dahilinde yayımlanmasını uygun görmüş.” Bir de utanmadan şöyle buyurmuş: Cansever’in mektupları atılamazdı.
VAY BENİM GÜZEL ABLACIĞIM YA, seni yaratana kurban be, bunu nasıl böyle düşünebildin, sen nasıl incelikli birisin ya, HARİKA gerçekten, bravo.
AYRICA, hani DOSTTUNUZ, ne diye yakacaktınız sevgili Ebüzziya, “sevgili” değildiniz ya? Ama yine de var ol, çok çok daha yaşa bize bu büyüklüğü gösterdiğin için. Var ol canım ablam. Pardon Alev.
*
Biz Habil Sağlam ve Alev Hanım’a Cansever’den bir alıntı ile karşılık verelim en iyisi, bu öğürme etkisi yapan önsöz ve ikilinin lafları tam da bunu hak ediyor çünkü:
“Alçakgönüllü davranma metotlarıyla yücelik gösterisi yapan kişilere benziyor”sunuz. (s. 194)
*
Neyse ki sağduyulu biri çıkmış basım sürecinde de, kitabın arka kapağına yazılan yazıda “sevgilisi” diyebilmiş Ebüzziya için. Ne arkadaşı, Habil Sağlam? Durup durup kuruluyorum sana. Bir de platonik aşk demez mi hahahahaha.
Adam büsbütün, benim hiç sevmediğim bir vıcıklıkta âşık kadına. Kimi kimden korumak adına, hangi korkuyla bu yazıları -hiç de utanmadan- kaleme alıyorsunuz anlamıyorum ki. Kime, neyin saygısını sunuyorsunuz?
O zamanlar Edip Cansever evliydi diye mi, yoksa Alev Ebüzziya bugün hâlâ hayatta diye mi platonik oluyor durum?
*
Efendim gelin size anlatayım olan biteni de, herkes rahatlasın. Habil Bey’in ahlakçı şovenizmi beni canımdan bezdirdi çünkü.
Alev Hanım, Edip Cansever ile manita iken Danimarka’ya gitmiş, 20’li yaşlarında. Orada başkasını bulmuş. Edip Bey 30’larında. İstanbul’da.
Alev Hanım -hadi diyelim, Bay Sağlam da kırılmasın, küsmesin bize- Edip Cansever’in ilgisini sevmiş. Ama sonra hediyeler göndermeye başlamış. Ona geleceğini, kıskandığını, özlediğini, öptüğünü, sevdiğini söylediği mektuplar göndermiş… Sonra gün gelmiş, TEMAYÜL değişmiş. Ya çok seyrek yazmaya ya da hiç mi hiç yazmamaya başlamış Alev Hanım.
Suçu da Edip Cansever’in “sahiplenici” doğasına/yapısına/kişiliğine atmış. Buluşmalarından sonra da hâlihazırda görüştüğü bir beyefendi ile Danimarka’da evlenmiş, birlikte 10 sene geçirmiş, herhâlde mutlu olmuştur.
Bunun üzerine de Cansever, insan olarak da sevdiği Alevci ile yazışmasını sürdürmüş. Ama her fırsatta yazan adamdan, senede bir iki kez yazana dönüşerek. Kırık kırık. (O sesi, o değişen, kalbi paramparça olmuş, neşesi gitmiş sesi aşırı taş kalpli ya da sıfır edebiyat ilgilisi değilseniz duyar, hissedersiniz mektuplarında.)
Nitekim, Edip Cansever; Alev Ebüzziya evlendikten sonra kendisine belki 10-20 tane daha mektup yazmıştır. Ama kerhen ve daha çok kendi kendine konuşur, yazma edimi gibidir bunlar. (Ben bunlara ereksiyonsuz mektuplar diyorum.) Bu, aralarında bir dostluk olduğuna dalalet değildir, TAM TERSİ, aralarındaki aşkı kanıtlar niteliğindedir.
*
Bir tarafta içini döken, çocuklaşan, epey edebiyat paralayan; yazdıklarını bir daha okuma şansı verilse utancından ya hepsini toptan yakacak ya da düzeltecek olan yazar kişimiz var. Süklüm püklüm böyle.
Öte tarafta ise “en azından” bu ilgiyi sevme var, duygulara cevap verme var, cilveleşme ve nihayetinde pek de bir açıklama yapmadan ve üstüne üstlük anlaşılma bekleyerek bana göre aldatma başkasına göre aldanma yahut duyguların sömürülmesi* durumu -üzgünüm ama- var.
Yirmili yaşlarında bir insanın ilgi beklemesi, ilgiyi sevmesi, hem onun hem de bunun olması, sonradan ümitlendirip bırakması da hiçbir kitapta “arkadaşlık” olarak -kusura bakmayın ama- geçemez. Şairlerin duyguları karşılıksız değildir. En azından bütün duyguları karşılıksız değildir. Sırf şairimiz, Edip Cansever’imiz hayatta değil diye, cevap hakkı yok diye bu atıp tutmalar, hele hele 31 yaşında birini kullanarak arkadaştık kisvesi altındaki söylemler ne Alev Hanım’ı ne de Edip Bey’i yüceltir.
Hayır efendim, bütün şairlerimizin, yazarlarımızın yazıştığı kadınlar haşa hafifmeşreptir falan demiyorum. Diyeceğim bunun yalnızca “arkadaşlık” olmadığıdır. Bunu hem mektubu alan hem de yazan ZATEN bilir. Biliyor. Usturuplu anlatmak adına, hâlihazırda olan durumun çarptırılmaya çalışılması sinirime dokunan.
Belki bir de, eskiden beri duyguların bu denli hiçe sayılması, böyle gelmiş böyle gidecek olması aşkların fevkalade kalbimi kıran… Hepsi bu.
*Not: Bir sevgilim olsa ve bana dese ki, senden ayrıldım çünkü yeni aşklar tatmak istedim, ben gençtim, daha çok sevişmek, farklı bedenleri tatmak istedim, ilgiyi sevdim… Vallahi de billahi de onu hemen bağrıma basar, kaldığımız yerden devam ederim. Yani seviyorsam… En azından büyük bir dürüstlük bu gösterilen.
Ama yok efendim had bildirmek istedim, vay efendim berikiyle dalga geçtim, kıskandırmaya çalıştım, aman bir anlamı yoktu, biz onunla zaten arkadaşız diye başlayan, ve o-ve bu diye devam eden, hiç de mantıklı olmayan türden açıklamalar yüzünden, sevgim, Cansever’le birlikte sevgimiz, acıyor.
*
Sevdiğim birkaç alıntı ile bitireyim:
“Bugün tam on gün oldu içkiyi azaltalı. Akşamları üç-beş bardak bira içiyorum, hepsi o kadar.”
“Başlamaya korkuyorum. Daha doğrusu bir yazma korkusu bu. Sana değil, dünyaya da bir şeyler söyleyemiyorum. Ne oldu dersin bana? Korkunç bir anlamsızlığa daldığımı biliyorum son günlerde. Belki de bireyliğimi pekiştiriyorum, kim bilir.”
“Şiir miir yazmak istemiyorum ben. Kelimeleri çıldırtmak, cümleleri kudurtmak, gene de sakin bir atmosfer yaratmak bütün bunlardan, amaçladığım tek şey bu.”
“Şiir yazmak yoruyor beni, sana yazmak canlandırıyor. Belki de yazdıklarımın birçoğunu sen yazmış oluyorsun böylece.”
“Artık yüz yaşımı geçmeden ölmemeye karar verdim. Demek oluyor ki, altmış üç yıl daha sevebilirim seni.”
“Sakallı bir delikanlı selamlamıştı beni. Sakalsızken şair miydi ve onu tanıyor muydum yoksa? Bilmem. Bazı şeylerin bir soru hâlinde kalması hoşuma gidiyor.”
“Artık iyice inandım ki okumayan kişi anasından dâhi olarak da doğsa adam olamaz.”
“Tuhaftır ki, sevdiğim bir şey, sevmeye hazır olduğum herhangi bir şeyde yer alıveriyor çoğu zaman.”
“Ben bilinçli bir karamsarım.”
“Bırak, Edip de, bir iki cümleyi kendine yazsın mektuplarında.”
“Kremalı bir pasta yemeyi özle, git o pastayı ye, sonra bir kremalı pasta yemeyi özlediğin durumu özle…”
“İnsanda doğuştan bir duygu var: Sonsuzluk isteği. Bu duygunun en gelişmiş biçimi sanat, en yakını da aşk bence.”
Öncelikle yine harika seslendirmişsin. Bu yazına da bayıldım, beni çok duygulandırdı Edip Cansever ve “Alev[:)))]” ilişkisine dair yorumların… Eline sağlık, sevgiler:)