Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Bunun çok sık olmadığının farkındayım. Annemden mi başlamalıyım? Belki de öyle.
Annem uzunca bir süre politik doğrucu bir tavırla özel dediğimiz çocukların eğitmenliğini üstlendi. Küçüklüğüme dair en belirgin hatırladığım şeylerden biri, eğitim kurumundaki o çocukları inanılmaz kıskanmış oluşumdur. Annem onlara, arkadaşlarıma, çok, çok, çok ama çok sabırlı iken, belki de sabrını orada tükettiğinden olsa gerek, bana karşı inanılmaz fevri ve hırçındı. Elbette kıskandığım annemi sevmeleri değildi, deli olmayın. Annemin onlara karşı şefkati, anlayışlı tavrı, ne bileyim, sakin sakin konuşmasındaydı mesele. Gerçi haksızlık da olmasın, ben de onlar gibi bi’ çocuk hiç mi hiç değildim. Sevindim mi anneme binlerce dakika sarılamaz, üzüldüm mü de durmaksızın ağlayamazdım. Belirtemezdim bir şekilde olan biteni. Gelgelelim yaptığı işten ötürü hep övünç duydum bu zamana dek kendisiyle. Benim yaptığım iyi işlerde de -eğer varsa (ajitasyon hiç değil)- o da çok mutlu olmuştur, eminim.
Belki annem yüzünden (ya da sayesinde demek daha doğru olacak), belki anaokulundaki öğretmenimin beni de özel zannetmesinden bilemiyorum ama karşıma ne zaman böyle biri çıksa hep yanında, yakınında olmaya çalıştım. Lisedeki Anıl sözgelimi, bu çocuklardan biriydi. Kendisi -kader bu ya- ilk günden yanıma oturunca, sınıflarımız ayrı düşse de, lise bitene dek hemen her fırsatta kendisine tatlı tatlı çok takıldım, takılmalarına, sevdiği kızdan kalem istedim diye bana küsmelerine, sevmediği biriyle selamlaştık diye bağırış çağırış ve tepinmelerine hiç mi hiç aldırmadım. Çok nadir gelen, ama geldi mi de gerçekten inanılmaz komik olan şakalarına çok çok güldüm. Kendimi onun yerine çok koydum, kravatımı ona çok bağlattım (gerçek bir üçgenci idi kendisi, en sevdiği şeydi nizami görünen üçgen kravatlar belki de), çok pane yedik, ağlarken çok yanında oldum, ağlatanların başına okulun zorbalarını çok saldım. Karşılıksız değildi arkadaşlığımız elbette, geometriyi sayesinde öğrendim. Gerçekten sevilmenin, çocukça da olsa sevilmenin ne demek olduğunu, annemi, hassasiyetlerini hep Anıl sayesinde öğrendim. Yazık ki, geç girdiği ergenliği çok sorunlu geçti Anıl’ın. Ben üniversiteyi kazanınca bir daha konuşmadı benimle, yani ben kendimi zorla hatırlatmadıkça ona.
Gel zaman git zaman.
2024 Paris Paralimpik Oyunlarını, olimpiyatlara kıyasla daha çok izliyorum. Bazen Anıl’ı görür gibi oluyorum. Bilhassa ikinciler, üçüncüler, yaklaşanlar, tam olacakmış gibi görünen o hedeflere yaklaşanlar, ama bir türlü tam o “istenen” gibi olduramayanlarda. Tam olarak sevinemeyenlerde. Sadece bizim sporcularımız için konuşmuyorum, paralimpik çok daha dilsiz, milletsiz, çok çok başka bir alan. Örneğin daha evvelsi gün Ebru Acer’in elediği Léa Ferney için de üzülüyorum ve kazandığında da seviniyorum. Hepsinin çok başka hikâyesi var, hepsinin başka zorlukları, özellikleri var. Yine de, çocukluktan bu yana iç içe olduğum bu insanlara özel demek bana yakışıklı bir tabir gibi gelmiyor. (Sadece sporcuları kastetmiyorum, Anıl’ın üçgen kravat bağlaması ve geometrideki başarısı da dahil bunlara.)
O yüzden, Ebru Acer’ciğim sakın ağlama. Olacak elbet.
Aysel Önder, sen bir dünya ve olimpiyat rekortmenisin, üzülme. Olacak.
Çünkü belki siz değil ama, yaptıklarınız çok özel.
Not: T20 klasmanı (herkesin anlayacağı dilde yazmak gerekirse mental sorunları olan sporcular için kullanılan tabir diyebiliriz) uzun atlamada yarışan, 16 yaşındaki sporcumuz Reyhan Taşdelen’e de şimdiden başarılar dileyelim. Olur da bu yazıyı bugün okursanız kendisi saat 20.48’de altına atlayacak, kaçırmayın derim.
Nonot: Bu arada yazının konusu anlaşılacağı üzere mental sorunlar yaşayan sporcularımız/insanlarımız üzerineydi. Ancak Paralimpik diye lafa girdiğimizden altın sahibi Öznur Cüre Girdi‘ye, iki kere tarih yazan Umut Ünlü‘ye bilhassa Paris süreci inanılmaz sıkıntılı geçen ama 100 metre koşuda altını alan Serkan Yıldırım‘a, bıraktım geldim evimi geride İbrahim Bölükbaşı‘na, Mahmut Bozteke‘ye, Fatih Çelik‘e, Aysel Özgan‘a, Gamze Gürdal‘a, Muhammet Khalvandi‘ye, Ali Can Özcan‘a, Abdullah Kayapınar‘a, Besra Duman‘a, Kübra Korkut‘a, Meryem Betül Çavdar‘a, Ali Öztürk‘e, Nazmiye Muratlı‘ya, Cahide Eke‘ye Sevilay Öztürk‘e, Hakan Akkaya‘ya, Fatma Damla Altın‘a, Nazan Akın Güneş‘e, , 3. kez üst üste olimpiyat şampiyonu olan Kadın GoalBall ekibimize ve son olarak karışık okçuluk kategorisinde bizi gururlandıran Merve Nur Eroğlu ve Sadık Savaş‘a çok ama çok teşekkür ederiz, sizler gerçek birer şampiyonsunuz.
Not: Bir övgü de spiker Eylül Akbulut’a gelsin, sesi atletizme çok yakışıyor, çok güzel anlatıyor.
Çok güzel yazmışsın, Harika bir yazıydı. Annen Harika bir kadın olmalı…<3
çok teşekkür ederim(z) =)