Arkadaşlarımın zoruyla, hayli gönülsüz başladığım Doctor Who’nun henüz üçüncü bölümünde Charles Dickens’ı bir karakter olarak karşımda görünce havalara uçmuş, üç saniye içinde diziye bağlanmıştım. (2017’ye dek böyle sürdü bu.) “Geçmiş ve geleceğe gidip gelmekle kalmıyor, bir de zamanın ünlü isimleri ile mi rastlaşıyorlar, ohaaa” falan diye çıldırdığımı anımsıyorum.
Dickens yalnızca benim değil, benim yüzümden arkadaşlarımın da bir şekilde maruz kaldığı bir isim. Büyük Umutlar’ı hediye ettiğim, kitabı okuyup okumadıklarını sorguladığım ve okumadılarsa küstüğüm insan sayısını inanın ben de hatırlamıyorum. (Gerçi kaç olabilir ki abi ya, bi’ şeyi de abartma, en fazla iki falandır hahahaha.)
Ancak buna rağmen kendisine ölmelerim/bitmelerim/bal damlayan dillerim 20’li yaşlarımın başına, apaçık manyak bir ruh hastası olduğunu öğrendiğim zamanlara tekabül ediyor. Hani bilirsiniz canım işte, o Hayalet Hikâyelerini okuduğum, 1862’de kurdukları Hayalet Kulübü faaliyetlerini araştırdığım, ve bütün bunların kalbimin bir parçasını kaptıracağım biricik Mr. Pickwick‘e çıktığı o seneler.
***
Doctor Who’ya benzer hisleri Assassin’s Creed oyunlarında tatmıştım. Asıl hikâyeleri -AC fanları alınmasın ama- hiç mi hiç ilgimi çekmiyordu. Önemli olan o dönemde yaşamış tarihi karakterlerin, nerede, kimlerle, nasıl konuştuğunu, konuşabileceğini bana hayal ettirmesi, neleri sevip sevmediğini düşündürmesi, haklarında araştırma yapmaya itmesiydi. Bunları hiç ama hiç bilmeden, bebek bebek ilk defa Assassin’s Creed oynadığım anda, karşımda bitenin Leonardo da Vinci olduğunu öğrenmemle yaşadığım şoku ve heyecanı siz düşünün sevgili okur. Yine de, seri boyunca hep aynı şeyleri yapmak sıkıcı geldiğinden (genel olarak belli bir yaştan sonra eskisi kadar çok oyun oynanamamasının sebebi de bu olsa gerek) yarım bıraktığım fazlaca Assassin’s Creed oyunu olmuştu. Ta ki Syndicate’a dek.
Syndicate ile karşılaşmamız, Doctor Who ya da Assassin’s Creed’in ikinci oyununda olduğu gibi “denk gelme” ile olmadı. (İyi ki de olmadı, bu kadar çok şeye denk gelsem heyecandan krizler geçirirdim herhalde.) Neredeyse en sevdiğin en eski yazarlar, en ünlü bilim insanları oyunda, Kraliçe Victoria dönemi… E, daha ne?.. diye geçtim ekran karşısına. Uzattım. En küçük ayrıntılarına dek inceledim, sağını solunu karıştırdım.
Bir yönüyle, aşağıdaki kadrodan çok daha iyisi çıkabilirdi deyip üzülüyor, çoğu tarihi karakterin yüzeysel geçildiğini, tam da bu yüzden Editör Ceketim serisinde konuğumuz olabileceğini düşünüyorum oyunun. Ama sonra hayal ettiği, hayal ettirdiklerine dalıp gidiyorum. O kadar büyük ki, yok yok saçmalama busterım, diyorum, Keşke Ben Yazsaydım için uygun bu. (Yeri gelmişken, oyunun yazarlarından Yale Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümünü onur derecesi ile bitirmiş Jeffrey Yohalem‘i ve hikâye danışmanı Corey May‘i analım.)
Belki “oyun” olarak AC Syndicate tatmin edici olmayabilir, bu konuda ahkam kesebilecek kadar oyuncu değilim. Ama hayal ettirdikleri, tek bir oyunda* bir araya getirebildikleri karakterler düşünüldüğünde harikulade bir sanat eseri bu. O konuda dövüşebiliriz. Şöyle isimler mevcut, sizleri aşağıya alalım efem.
*Oyunun ana hikâyesi 1868, sonradan bu ana hikâyeye dahil edilen “Karındeşen Jack” içeriği 1888, “Birinci Dünya Savaşı” ise 1916 yılında Londra’da geçiyor.
***
Charles Dickens: Zaten yukarıda çokça zikrettik ama kendisiyle başlamamak olmazdı. Dickens’ın içkiye pek bi’ düşkün olduğunu biliyordum ama gerçek bir adanmışlıkla o dönem Londra’da bulunan her bir pub’ı tek tek ziyaret etmiş olduğunu Yohalem sayesinde öğrendiğimi itiraf etmeliyim. Bu bilgiye istinaden kendisine pub’larda rastlamamız bile beni güldürmeye, eğlendirmeye yetiyor. Ama yazarlar yetmez bu ne ki daha diyor. Sözgelimi, Hayalet Kulübünde takip ettiğimiz paranormal aktiviteleri deşifre ediyoruz, lale gibi oynadığımızdan bu öykülerin her birinin Dickens’ın hayalet hikâyelerine meze olduğunun farkına ya hiç mi hiç varamıyoruz ya da hep sonradan…
Yahut onu da geçtim, birkaç bölüm süren ve adı “Our Mutual Friend” olan görev mesela, Dickens romanı. Tam da o romandaki konuyu oyunda tekrar ediyoruz. Dickens hikâyeden çok etkileniyor, Darwin ise durumun bir şekilde tanıdık geldiğini ama çıkaramadığını falan söylüyor. Sıradan bir oyuncu için belki de hiçbir şey ifade etmeyecek bu tür ballılık ve tatlılıklar sevenlerini i-na-nıl-maz mutlu ediyor.
Yay Topuklu Jack (Spring-heeled Jack): Tevatüre göre Londra’da yaşamış, metrelerce zıplayabilen hayaletimsi tacizci zat. Elbette Hayalet Kulübü üyelerinden Charles Dickens Bey ile avına çıkıyoruz ama gerçekte olduğu gibi kimmiş, neciymiş açığa çıkaramıyoruz.
Charles Darwin: Oyunda karşımıza sıklıkla çıkan bir başka Charles ise Darwin. Neredeyse Dickens’tan daha güzel resmedilmiş kendisi. Bir önceki videoda görebileceğiniz üzere çok nahif, çok kendi hâlinde ve çok muhteşem. O sakalını, şapkasını, tatlı tatlı konuşmasını gördükçe ısırasım geliyor yanaklarını. Darwin’e ait görevler o kadar gerçekçi ve kendisinin senelerce uğraştığı sorunlara o kadar yakındı ki, hikâyesi beni en çok içine alan karakter oldu diyebilirim. Bir bölümde o malum maymunlaştırılmış afişlerini şehirde toplamaya ve bu işin altında kimlerin olduğunu bulmaya çalışıyoruz ki bu harika.
Sir Richard Owen: Londra’nın en güzel müzelerden biri olan Doğa Tarih Müzesi’nin kurucusu, “dinozor”un isim babası Richard Owen da kısa süreliğine oyunda gördüğümüz simalardan. Darwin’in evrim teorisinin sacayağından kabul edilen doğal seçilimin yanlış olduğu, zannediyorum biraz da inancı gereği reddeden bilim insanları arasında. Oyun “kötüler (Templar’lar) ve bizimkilerin müttefikleri” şeklinde ilerlediğinden kendisi kötüler safında yer alıyor.
Karl Marx: Her iyi kalpli insan küçüklüğünde biraz sosyalist, biraz Marksist’tir. Bunu ben mi söyledim, başka biri benzer bir şeyden başka kelimelerle mi bahsetmişti pek emin değilim. Ama genel kitlesi Amerika ya da Amerikan kültüründe yetişmiş insanlar olan oyunda Marx’a fazlaca yer verilmesi, hatta Syndicate’ın altyapısının biraz da sosyalist olması (örneğin çocuk işçilerin fabrikalarda çalışmasına engel oluyoruz ya da Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesine üstü kapalı da olsa destek çıkıyoruz) beni hayli şaşırttı diyebilirim. Pozitif anlamda elbette.
Oyunda, tıpkı gerçekte olduğu gibi son derece akılcı bir profil çizen Marx’ın, işçi hakları mücadelesinde sivillerin hayatını tehlikeye atacak her türlü silahlı/bombalı eylemlerden kaçındığını ama bunu müritlerine bir türlü anlatamadığını deneyimliyoruz. Bu bakımdan hayli realist diyebilirim. Gerçek hayattaki gibi davayı saptıran, gencecik yaşında kendine yazık edenler oyunda da mevcut yazık ki.
Alexander Graham Bell: Elisha Gray mi yoksa kendisi mi (hatta bunlardan çok daha önce Antonio Meucci mi) telefonu icat etti tartışmaları devam ededursun, oyunda inanılmaz sevimli İskoç aksanıyla görünen Bell’e mucitliğinde yardımcı oluyoruz. Telefonun altyapısını oluşturuyoruz. Bu tür fikirlerin oyuna yedirilme fikri, ne gerek var canım, mektup/telegraf var ya işte, bunlar bizim ekmeğimizle oynamak istiyor şakaları insana aklını kaybettirecek cinsten. İstirham ediyorum sevgili okur, bunların hepsi bir oyunun içinde vuku buluyor. Dizinin bir bölümü gibi düşünme.
Sir David Brewster: Oyunun geçtiği yıl, yani 1868’de öldüğünden (görüyorsunuz ya, suikastçıyı canlandırıyoruz ve birilerini öldürmemiz gerekiyor yani) kötülerin tarafında yer alan, oysa ışığın polarizasyonu, Brewster açısı ve fotoelastisite gibi konularda keşifler yapmış, stereoskop ve kaleydoskop gibi cihazların mucidi fizikçi abimiz kendisi. (Ulan oyuna bak bu arada ya, yanlışlıkla 1867’de falan geçse Michael Faraday bile düşman bellenebilirdi hahahaha.)
“Kötü”lerin tarafında olmasının bir başka nedeni de zamanında Darwin’in fikirlerine karşı çıkması. Ve belki de onca bilim temeline rağmen, bilimin ve dinin bir elden çıktığını düşünmesi. Ölürken bir de İncil’den alıntı yapmış kendisi ki günahların en büyüğü…… Görüyorsunuz, oyunumuz son derece sosyalist ve ateist hahahaha. Yine de kendisini, unutulmadığını görmek çok güzeldi.
Florence Nightingale: Kırım Savaşı’nda ülkemizde de hemşirelik yapan “Lambalı Kadın” (her yaralının başına lambası ile koştuğu için bu lakap uygun görülmüş) oyun boyunca birkaç görevde karşımıza çıkıyor. Darwin ile ilişkileri muazzam. Ömrünün 70 yılını yardıma muhtaç insanlara, kadın haklarına adamış bu bireyin, oyundaki profilinde “kadınların oy kullanmasına destek olmadı” diye eleştirilmesiyse muazzam gerçekten. Bu şaka yapma işini abartmayı ilk kim çıkardı, nasıl bu kadar popüler hâle geldi bilmiyorum. Aslında biliyorum da, sosyal medya düşmanı gibi lanse edilmek istemiyorum.
John Elliotson: Tıp dünyasının reformist hekimlerinden kabul edilen Elliotson, oyunda kötülerin tarafında bulunuyor. (Ölüm tarihini tahmin edersiniz artık.) Aslında zamanında da aşırı tartışmalı bir figürmüş. Phrenology, yani kafatası şekline göre kişilik/problem analizi gibi sağlam temellere dayandıramayacağımız teorileri savunuyormuş. Oyunda ise en güzel öldürdüğümüz düşman kendisi diyebilirim. (En sanatsalı değil, o ödül Crawford Starrick’in ölümüne gider kesinlikle.)
Frederick Abberline: Fazlaca karikatürize edilmesine üzüldüğüm başmüfettiş Abberline’ın, meşhur Karındeşen Jack vakasından 20 sene önceki hâli ile dirsek teması hâlindeyiz. En koyu ittifakları kendisi ile kuruyoruz. (Koyu ittifak ya da koyu ittifak kurmak diye bir şey var mı ya, neyse.) Abberline’a suçluları yakalamasında yardımcı oluyor, sayesinde polis departmanında saygınlığımızı artırıyoruz. 1888 yılında geçen Karındeşen Jack içeriğinde ise son derece olgun ve biraz da asıl kişiliğine uygun bir biçimde karşımıza çıkan Frederick ile aynı yolun yolcusu oluyoruz.
Karındeşen Jack: Oyuncular açısından bakıldığında en görkemli yüklenebilir içeriğin baş kahramanı diyebiliriz. Jack’in seslendirmesi için de epeyce uğraşılmış, harika “duyuluyor”. Oyunda katilin gerçekleştirdiği cinayetlerin hepsi birebir işlenmiş. Kişilerin isimlerinden tutun cinayetlerin işlendiği yere kadar. Hatta bununla da yetinilmemiş, cinayetleri üstlenen, Jack’miş gibi yapan, o dönem adının duyulmasını sağlayan her gazete, her dergi ama ses ama hikâye olarak ucundan kıyısından oyuna dahil edilmiş. İnanılmaz uğraşılmış ve “oyun” olarak ana hikâyeye kıyasla çok daha ilgi çekici bir şekilde kotarılmış diyebiliriz.
Kraliçe Victoria: Tevatüre göre İngiltere’de “beş çayı” fikri Bedford Düşesi Anna’nın midesinin kazınması sonucu ortaya çıkmış. Ve fakat Kraliçe Victoria zamanında bu etkinlik tebaaya sirayet etmiş. (64 sene tahtta kaldığı için maşşşşşallah.) Yine Victoria döneminde krallık en geniş sınırlarına ulaştığından “güneşin batmadığı ülke” tanımlaması ağızdan ağıza yayılmış.
Günümüzde yapılan araştırmalar, Kraliçe Victoria’nın Birleşik Krallığın en iyi üç bilemedin beş hükümdarından biri olduğunu öne sürüyor. Ülkedeki hızlı büyüme trendi, sınırlar, ekonomik refah, tahtta geçirdiği süre bu konuda en çok bahsedilenler olmasına rağmen, Victoria döneminde sanat ve bilim alanında da öteki ülkelere İngiltere’nin tur bindirdiği söylenebilir/söylenmelidir. Bu yüzden Victoria’nın (ve hatta mektuplarının) oyunda da yer alması beni çok mutlu etti diyebilirim. Buckingham Sarayı’nın içinde de bir süre sonra rahat rahat takılabiliyoruz, kraliçemiz sağ olsun.
Duleep Singh: Sih İmparatorluğu’nun son Maharaja’sı imiş kendisi. 5 yaşında tahta çıktığından, adına ülkeyi annesi yönetmiş. (Zaten bu soruna da çokça değiniliyor oyunda.) 16 yaşında Hindistan’dan Londra’ya sürgün edilmiş. Kraliçe Victoria’ya kendini sevdirmiş. 10 yaşından beri görmediği annesini almak için 18 yaşında Hindistan’ın yolunu tekrar tutmuş. Londra’da geçirdikleri iki senenin ardından annesi vefat etmiş. Ancak bu iki sene Duleep adına verimli geçmiş, köklerini bulmasına yetmiş. Nihayetinde annesiyle kendisini ayıranların teknik olarak İngilizler olduğunun ayırdına varabilmiş.
Kraliçe Victoria ise gitmiş, bu en azından 1861’den beri Hindistan’ın bağımsızlığı için lobi çalışmalarında bulunan adamın çocuklarının vaftiz anası olmuş. Nereden nereye. Gerçi ben ne bilirim devlet işlerini, bir bildiği vardır herhalde kraliçenin. Ama oyun için söyleyeceklerim var: Henry Green 1, Duleep 2. Lavuklarla ittifak yaptığımız yetmiyormuş gibi bir de Duleep’e AYRICA yardım ediyoruz. Kardeşim sen Dickens mısın, Darwin misin hayırdır bu ne Hint sevgisi bu İngilizlerdeki ya.
James Brudenell: 1868’de ölen bir başka tarihi “kötü” karakter. Brudenell yapılması gereken/istenen reformlara en başta karşı çıkması ile bilinir imiş. Ayrıca Kırım Savaşı sırasında verdiği iletişim problemli harekâtların da başında yer almış. Ee, babadan kalma “Earl of Gardigan” nişanı da cabası. Durduk yere, sadece doğduğu için, aristokrat ve general olan Brudenell bizim devrimci kalemleri bilendirmiş anlayacağınız. Sayelerinde biz de kimmiş neciymiş öğrenmiş olduk. Bir de blogumuza yazı yazıyoruz, daha ne olsun. Şikâyetimiz yok.
Benjamin Disraeli: Her ne kadar kendisi daha çok Birleşik Krallık’ta iki defa başbakanlık yapmış kişi olarak bilinse ve oyunda da bu vasıfla karşımıza çıksa da ben romancı/filozof kimliğini daha çok seviyorum. Şu cümleye bakın canım okur, hayatımda duyduğum en güzel yazma motivasyonlarından biri:
“Ne zaman canım bir roman okumak istese, oturur bir tane yazarım.”
Mary Anne Disraeli: Efendim kocasından 10 küsür yaş büyük Mary Anne çok zenginmiş. Hatta yine bizim dillidüdük Benjamin’in kendisine parası için evlendiğini söylediği; Mary Anne’in ise karşılık mahiyetinde, ben de gençsin diye seninle evleniyorum, ne sandım yaprağım dediği rivayet edilir.
Bir bölümde şoförlüğünü yaptığımız Bayan Disraeli’yi (ki, o bölümde de oyunun yazarları Driving Miss Daisy‘e atıfta bulunurlar) Londra’nın gettolarına götürür, hayatında ilk defa 50’lik bira içirir ve dehasından yararlanırız. Benim en çok güldüğüm sekansların sahibi olduğundan kalbimde ayrı bir yere sahip artık kendisi.
William Gladstone: Disraeli-Gladstone çekişmesini oyunda da görmek mümkün. Hangisi haklı tam karar veremiyorum. Kendisi Türk düşmanı gibi yansıtılsa da, o dönem için konuşmamız gerektiğinden belki de Bulgarlara hakikaten eziyet ettik. Belki de hakikaten barbar, sanat nedir, eser nedir bilmeyen, köylü, milletin çoluğunu çocuğunu kaçıran bir ekiptik. Bilemiyorum, kim bilebilir ki? Bildiğim, lakabı “Halkın William’ı” olan Gladstone’un ülkesi için en iyisini istediği. Ben nasıl bugün azılı bir Suriye düşmanı olarak halkımın kafa dinginliği ve huzuru için en iyisini istiyorsam, Gladstone’un da o dönem için azılı bir Türk düşmanı olma motivasyonunu anlayabiliyorum. Hatta bizim ittihatçı paşaların Alman hayranı olmasının (önemli) bir nedeninin William (ve ırkçı yaklaşımı) olduğu söylenir. Durduk yere Alamancı olmamışız yani hahahah.
Disraeli-Gladstone çekişmesine dönecek olursak, Gladstone daha halkçı, kraliçeye/monarşiye/örf adetlere karşı mesafeli, ne bileyim Ahmet Necdet Sezer gibi bir tip iken, Disraeli biraz her şeyci, İmamoğlu gibi biriymiş izlenimi veriyor bana. Kendi adıma söylemek gerekirse Britanya topraklarından çıkan, burada da bahsini ettiğim/edeceğim insanların refah içinde yaşamasını 2. Sanayi Devrimi ile sağladığından, ikisine de çok müteşekkirim.
Catherine Gladstone: 4 kez “First Lady” olmuş Catherine hanım tam 9 çocuk sahibi imiş. Başbakan William’a pek de sadık olmadığı kapalı kapılar ardında konuşulurmuş. Biz yine de kocasıyla birlikte İngiltere’deki fahişelik ve yoksulluk sorununu bitirmesi ve yardımları ile hatırlayalım kendisini.
Edward Bayley: Dönemin politikacılarından Gladstone’un destekçisi Bayley, İrlanda’nın bağımsızlığına destek çıkan biri imiş. (Home Rule‘cu yani.) İkilinin verdiği önergeler önce Avam, sonra Lordlar Kamarası tarafından reddedilmiş. Gerçi onlar da İrlanda’nın kızıl saçına yeşil/mavi gözüne değil, bu heriflerle uğraşmaktan bıktıkları, “beslemek” istemedikleri için bağımsız olsunlar da ne hâlleri varsa görsünler diye düşünüyormuş ama, bahsettiğim sebepten ötürü pratiğe konamamış. Bu yüzden Birinci Dünya Savaşı sonrasında İrlanda Cumhuriyeti Ordusunun (IRA) İngiltere’yle giriştiği savaşlarda binlerce insan hayatını kaybetmiş. Protestan Kuzey İrlanda ile yapılanlarda ise çok daha da fazlası. Ta ki Hayırlı Cuma Anlaşması olarak da bilinen Belfast Anlaşması 1998’de imzalanana dek.
Winston Churchill: İngiltere’nin önde gelecek isimlerinden olmaya hazırlanan genç Churchill’i, 1916 yılında Birinci Dünya Savaşı bölümünde görüyoruz. Benim kendisini ve Birleşik Krallık için önemini anlamaya başlamam öğretmen olduğum zamanlara dayanıyor. Cambridge kitapları sağ olsun, dinleme dersi için öğrencilerimize 8 en iyi konuşmasını ayırmıştı. Dinleye dinleye araştırmaya koyulmuştum hayatını. Böylesi bir güce (Naziler) karşı koyabilmiş çok cesur, çok akıllı ve bir o kadar da şanslı bir lider. Günümüzden o günlere bakarak bu tarihe mal olmuş figürler hakkında atıp tutma dalgası Churchill için de bilhassa yabancı forumlarda görülmekte. Üzücü.
Lewis Carroll: Yine yüksek ihtimalle Londra’da yaşamadığı için oyunda profil olarak yer bulamayan yazarımızın adı Evie’nin kamasında anılıyor. Bunun yanında, oyunun tahmin edilemeyecek park ya da avlularında karşımıza çıkabiliyor. (Kendi yakaladığım ekran görüntüsünü en sona koyacağım.)
1871’in son günlerinde baskıya girecek Alice Harikalar Diyarında kitabının devamı olan Aynanın İçinden’in taslağını etrafına doluşmuş çocuklara okurken görüyoruz Lewis Carroll’ı. Görevlerden tamamen bağımsız şekilde karşımıza çıkan (ecnebiler Easter Egg diyorlar bu durumlara) Carroll fikri de bizi mest etmeye yetiyor.
Mary Shelley: Maalesef oyunun geçtiği zamanda çoktan ölmüş olduğundan kendisini göremiyoruz. Frankenstein’ı yaratma sürecinde neler olup bittiğini öğrenmek, biraz daha empati kurmak isterdim doğrusu. Yine de yazarlarımız Jacob’ın bir kostümü ile kendisi ve Frankenstein’ın canavarını anmadan geçmiyor. Kıyafetin notu ise çok özel: “Jacob içindeki canavarı açığa çıkarabilsin diye………”
Bram Stoker: Oyunda bir şekilde görülmemesine üzüldüğüm şahsiyetlerden. Kendisi 1911 yılına dek Londra’da yaşamadığı, başkente taşındıktan bir sene sonra öldüğü için fiziken göremiyoruz. Ama… Oyunun sonunda yaptığı şey (ya da yazarların kendisine biçtiği “görev”) hariç gayet âşık olunası karakterlerden Evie Frye’ın mükemmel kostümü ve bıçaklı sopası izler taşıyor Stoker’dan. Daha sonra da biricik kardeşimiz Jacob’ı yine tam-takım Dracula giydirebiliyoruz.
Oscar Wilde: Ne yazık ki, oyunun geçtiği süre içinde Londra’da bulunmadığı, 74’e dek Dublin’de yaşadığı için yine profil olarak yok yazarımız. Belki 20 sene sonrasında geçen Karındeşen Jack hikâyesine yedirilebilirdi ama ya düşünülmemiş ya da hikâyeye uydurulamamış. Olsun. Kendisi hakkında daha komik bir başka “easter egg” yakalamış ecnebiler.
Oscar Wilde’ın piyesi “Ciddi Olmanın Önemi”nde Bunbury diye bir karakter var. Bu karakter Algernon’un sosyeteden uzaklaşmak için uydurduğu, uzaklarda yaşayan ve yardıma muhtaç, hasta bir “arkadaşı”. Oyunda ise karşımıza hasta ama bu defa düşmanlarımızdan biri olarak karşımıza çıkıyor. Biz de nihayet neye benzeyebileceğini görüyoruz.
İngilizceye de “Bunburying” olarak girmiş terim, bir kişinin bazı toplantılarda istediği gibi atıp tutmasının, yeri gelince bunlara katılmamasının ve bunun da yapılacak çok daha önemli ve hayati işleri olduğundan çevresi tarafından hoş görülmesi yerine kullanılabiliyor. Biz de önce edebiyatçıya, sonra edebiyata ve en son da bu canlı dile bir kez daha hayran kalıyoruz.
Edward Bulwer-Lytton: Bilmiyorum ne zaman olur ama, belki bir gün hayranı olduğum Peanuts serisi hakkında da yazarım. Önceleri yalnızca Snoopy hayranı sanıyordum kendimi, ama yaş aldıkça Charlie Brown, Sally, Linus ve bir taneciğim Lucy ve hatta ötekilerinin de amansız takipçisi oldum. En çok bu ekibin incik boncuğuna para harcadım. Ve yine en çok da, durduk yere daktilosunu alıp kulübesinin damına çıkmış “It was a dark and stormy night” diye başlayan Snoopy eserlerine yarıldım. Bu başlangıcın o dönemler elbette elbette elbette Edward Bulwer-Lytton’a ait olduğunu ve Peanuts yazarı Charles Schulz’un kendisine gönderme yaptığını bilmiyordum. Sydnicate’ta kendisi de anılıyor. Bir pelerin vasıtasıyla. Bu boş geçmemelere bitiyoruz.
H. P. Lovecraft: Her ne kadar Amerikalı olsa da İngiliz yazı ve düşünce stilini tercih eden Lovecraft’a (bu nasıl bir soyad yarebbbbim) pek nemalandığı Cthulhu miti ile gönderme yapılıyor oyunda, bir muşta ile anılıyor.
Ian Fleming: James Bond’un yaratıcısı -çok daha yeni bir figür olsa da- Londra’da geçen oyunda atıf yapılan yazarlardan. (2012 Londra Olimpiyat açılışını hatırlayın lütfen, sevgili okur.)
Ian Fleming’in kaleme aldığı 10. James Bond romanına (On Her Majesty’s Secret Service) atıfta bulunan, ismi de Alfred Fleming olan bir karakter mevcut.
Bir başka sekansta ana karakterlerimizden Evie Frye, kendisini Florence Nightingale’e tanıtırken “Frye. Evie Frye” diyerek Ian Fleming ve James Bond’u selamlıyor.
Alfred Bunn: The Bohemian Girl isimli operasında geçen “Then You’ll Remember Me” aryası pek karizmatik Crawford Starrick abimiz aracılığıyla icra edilirken Alfred Bunn da anılmış oluyor.
Buradan arya hâline ulaşabilirsiniz.
Sir Arthur Conan Doyle: Oyunun asıl karakterlerinden Jacob için üretilen Sherlock Holmes kıyafetinde kendisini yâd ediyoruz.
Ve ayrıca, yalnızca PS4 ve bilgisayara indirilebilen Dreadful Crimes eklentisinde karşımıza biri çıkıyor: Şehirde işlenen cinayetleri çözmemizde bize yardımcı olan, ucuz dedektif öykülerine (penny dreadful) bayılan, meraklı mı meraklı bıcır bıcır, büyümüş de küçülmüş tipli “Artie”.
Uyanıyoruz ama kendisine ait bölümler bitene dek göremiyoruz (oyun göstermiyor) profilini. En sonunda şöyle tatlı bir mesajla bitiyor Sherlock Holmes yazarının hikâyesi, tüylerimiz diken diken elbette. Bilhassa “clever” ve “element”(ary) lafları edilince:
Adam Worth: Minik Artie’nin en sevdiği yazar Henry Raymond’dı, değil mi? “Suç Dünyasının Napolyon’u” olarak da bilinen Adam Worth’ün takma isimlerinden biri yani.
Yukarıda belki sen yazarsın yeni polisiye romanlarını diye öğüt verdiğimiz Doyle, büyüdüğü zaman Sherlock Holmes ve ezeli düşmanı Prof. James Moriarty’yi yaratıyor. Moriarty’yi ilk kez 1893’de kaleme alırken Adam Worth’ten, yani Suç Dünyasının Napolyon’undan faydalanıyor. O kadar ki, Moriarty için de aynı lakabı uygun görüyor Arthur Conan Doyle.
Worth ile ilgili komik bir bilgi daha var elimde. Yine tevatüre göre kardeşini hapisten çıkarmak niyetiyle bir gün fidye mahiyetinde Devonshire Düşesi Georgiana’nın tablosunu çalmış. Kardeşi fidyeye gerek kalmadan salınınca da tabloyu 25 yıl kendine saklamış. Dedikodulara göre bu durum Worth’ün tabloya âşık olmasından ileri gelmekteymiş. Adeta Sevmek Zamanı prototipi abimiz.
***
O dönemler Londra’da görülmelerine rağmen oyunda bahsi geçmediği için üzen kişiler, keşke olsaydılar: Robert Browning, Alfred Lord Tennyson, James Clerk Maxwell, John Stuart Mill, Christina Rossetti ve Annie Besant (gerçi o zaman Herny Green buna yanlardı ahahaha.)
***
Syndicate ayrıca ilginç bir duruma sebebiyet verdi. 19. yüzyılın sonlarına doğru İngilizlerin en bayıldığı hobilerden biri sayfalarda çiçek kurutma sanatı imiş. Biraz (evet?) takıntılı bir insan olduğum için oyundaki tüm çiçekleri araştırdım, beğendiklerimi ise daha çok. Hikâyelerini okudum. Bundan sonraki (ya da üç sonraki) yazımda en sevdiğim 5 çiçeği yazacağım. Hem iyi zaman geçirtiyor hem de en saçma içeriği bile üzerine yazı yazdırıyor, daha ne olsun canım.
***
Aldığım ekran görüntüleri: