Çok uzun senelerdir, ilkindeki kadar hoşlanmam diye ikinci kez seyretmeyi bilinçli bir şekilde ertelediğim Sunshine Cleaning‘i nihayet izleyebildim. Yazının başlığından da anlaşılacağı üzere anlatıya bayıldım, kıskandım, üzüldüm. Hakkında birtakım pişmanlıklarım ve anlatacaklarım mevcut. Başlayalım.
*
Filmi sinemada izlemediğimi anımsıyorum ancak ilk nasıl bulduğumu tam çıkaramıyorum. Hafızamı zorladığımda muğlak biçimde bir video canlanıyor gözümün önünde: Robert De Niro kendisine yöneltilen en sevdiğiniz genç oyuncular kim sorusuna pek de tereddüt etmeden Amy Adams’ın da dahil olduğu bir dizi aktörü sıralıyıveriyor. Anı muğlak çünkü hem videoyu bulamadım, hem de o zamanlar inanılmaz ukala biçimde kendime ve zevklerime ve aklıma biraz da farkında olmadan o kadar düşkündüm ki, ömrümün sonuna dek unutmayacağımı zannediyordum tüm bunları. (Ne yazık ki, hayat pek de öyle ilerlemiyor küçük buster’ım, anlamışsındır artık.)
Ancak bulabildiğim bir veri mevcut. 2011 Ağustos’unda kaleme aldığım şu edepsiz yazı. Hem kardeş özleminden, hem Amy Adams’tan bahsettiğime göre filmi o civarlarda izlemiş olmalıyım. Kendimi de az çok tanıdığım için filme bayılmışım da orada çok çaktırmamaya çalışmışım gibi geliyor bana.
*
2011 yılında (her ne kadar o yazı tersini iddia etse de, buster bu, çok aldırış etmeyin) hemencecik Amy Adams hayranı olduğumu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Bir kere Amy Adams’ı hiç de genç bulmamıştım. Neredeyse 40 yaşında bir oyuncu mu genç, canımın içi Bob falan bile demiştim kendi kendime. Sonra oturup görece iyi filmlerini izlemiş, kendisini -niyeyse- bir itici bulmuştum. (O zamanlar itici olabilmenin de “oyunun” bir parçası olabileceğini kabul etmek istememişti sanırım ponçik yüreğim.) Buna mukabil, o görece iyi filmlerinin içinde, kendine ucundan kıyısından yer edinebilmiş (puanları bana göre “çoğunluğun” ne kadar bir şeyden anlamayan ahmak sürüsü olduğunun göstergesi) Sunshine Cleaning’e de şans vermiş, filme bitmiştim. Ve Amy Adams’ı değil ama, rol arkadaşı ve gerçekten genç diyebileceğim Emily Blunt’ı kendimce keşfetmiş, De Niro’yu naniklemiştim.
*
Filmi tekrar izler ve yeni-yeniden bayılırken bir anda oynatmayı durdurdum. Kafamda cevaplanması gereken bi’ soru peyda olmuştu. Hayır, burada değil. Biraz ilerlet. Şimdi dur. Hayır şimdi.
Evet, Emily Blunt’ın makyajı… Çok güzeldi. Sonraları oynadığı filmlerde dikkatimi çekmeyecek kadar güzel görünmüştü gene bana Emily. Nedenini düşündüm yine kendi kendime. Biraz üstüne varınca da cevapla çıkageldim. (Demek aklıma hâlâ biraz farkında olmadan vuruluyorum =P) En son beğendiğim, tam manasıyla önümden geçen herkese, dağa taşa ve uçan kuşa, ona bayıldığımı itiraf ettiğim o kadın da, tam da Emily Blunt’ın canlandırdığı Norah karakteri gibi makyaj yapıyordu. Hem de her gün. Hatta -kendi deyimi ile- yalnızca bu şekilde makyaj yapmayı biliyordu. (Kendisine -daha doğrusu makyajına- iltifat ettiğimde almıştım bu cevabı.) Oysa birini beğenmek için makyajsız hâlini de görmek gerekirdi, göremedim. 13 sene öncesinin bilinçdışının bir şekilde, oralardan buralardan çıkıverip gelmesine şaşırdım. (Neyine şaşırıyorsun be olm?)
*
Filme dönecek olursak, aslında hakkında söylenebilecek pek bir söz bulamıyorum o bildiğim övgülerden başka. Tek bir aşırılığın bile olmadığı, Calvino’nun da deyişi ile “sepet sepet yumurta gibi” bir anlatı için ne diyebilirsiniz ki? Deneyelim: Konuyu yine inanılmaz harika buldum, orijinal hikâyedeki sıradan durumların ilmek ilmek işlenişine hayran kaldım. Ama feci de kıskandım. Bu kadar gerçek iki kadın karakter yaratamayacağımı düşünüp üzüm üzüm üzüldüm. (Tebrikler, Megan Holley ve elbette çok anlamasam da tebrikler Christine Jeffs.) Amerikan kısa hikâyeciliğine neden vurulduğumu tekrar tekrar anımsadım. Tüm bunların yanında bir de güzel ağladım.
Ve elbette, bu defa biraz daha büyümüş bir yazar olarak Robert De Niro’nun neden Amy Adams’ı takdir ettiğini ve insanların kendisine neden hayran kaldığını bir çırpıda kavradım. Biraz da günah çıkarmamız gerekiyorsa eğer, bu elbette Amy Adams’ın oyunculuğu üzerine olmalı. Letterboxhd’de gördüğüm bir alıntı ile bitirelim, çünkü daha iyisini beceremeyeceğiz:
“Amy Adams’ın gözlerinin yaşardığı ve sonrasında gülümsediği o anlarda siz de için için yanıyor ve kendisinin aşırı iyi bir oyuncu olduğuna kanaat getiriyorsunuz.”
Amy Adams’ın kafamda yer edişi (blog açmama da ilham olan) Julie & Julia’dan sonra oldu, orda da çok beğenmiştim oyunculuğunu. Sunshine Cleaning’e bakayım, eline sağlık:)
Evet ya, bir arkadaşımın da en en en ama en sevdiği film Julie ve Julia. Ben izlediğimde yine o kadar sevememiştim, yani “sevmek ama o kadar sevilmesine anlam da verememek” gibi. Belki şimdilerde aşçı ceketimi giydiğim için farklı bir gözle izlerim, ekleyeyim ikinci kez izleme listeme hahahaha, teşekkürler =)