İnsan ilişkilerinde “kendince” bir şeyler anlatırken hissettiğim o hafifliği ve anlaşılmayı çok önemsiyorum. Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşıma işlerin nasıl olup da yine sarpa sardığını (ki bu da aslında dinlemesi en zevkli konulardan biridir ya, neyse) anlatırken aldığım yanıt “Büyü artık!” oldu. Onun çok da üstüne varmadan ettiği bu laf nedense bana çok dokundu. Buna rağmen “büyümicem” ya da “istemiyorum” gibi bir karşılık verebildim kendisine. Bunu yapabilmeyi¹ de yine en az ilk cümledeki iki durum kadar değerli buluyorum. Oysa bir-iki hafta öncesine dek pekâlâ random gülüş atabilir ya da evet ya biz planlar yaparken başımıza gelenlere hayat/büyümek diyoruz dimi falan diye konuyu dallanıp budaklandırabilirdim.
*
Çocukluktan ergenliğin bitişine kadar geçen o süreç çok kutsal geliyor bana. Hatta abartıyorum bazen, ve o dönemden sonraki hayatı çok uzun, sıkıcı, sırf bir kere başladık ve sonu nasıl bitecek diye izlemeye devam ettiğimiz o aptal dizilere benzetiyorum. Aslında bu kadar uzun olmaması gerektiğini, sonrasındaki yaşantılarımızı hepsi hepsi hayatta nasıl kalabileceğimizi bilen canlılar olarak sürdürdüğümüzü, hatta mütemadiyen yaşamadığımızı -sadece nefes alıp verdiğimizi- bize yüklenen misyonlar yüzünden bir türlü hissedemediğimiz duygu ve düşüncenin altında ezildiğimizi düşünüyorum.
Belki de tam da bundan ötürü sürekli o yaş grubundaki insanlara dair yazıyorum, düşünüyorum. En ama en çok onları ve onlara dair şeyleri izlemeyi seviyorum. Bunun da yine “kendimce” masumiyet arayışından, aslında bir nevi kendimi bulmamak üzere arayışımdan kaynaklandığını biliyorum. Bu kendini çok beğenmiş havalarımın, umursamaz umursarlığımın o dönem bastırılmış ya da açığa çıkamamış, çıksa da karşılık görememiş duygu durumlarından ileri geldiğinin farkındayım. Belki de eğer kafaca büyürsem hiçbir şekilde yaşayamayacağımın, yaşamda bir anlam bulamayacağımın, intihara meyilli hâllerimin geri geleceğinin bilincindeyim. İşte o ikinci kısmı tam da bu yüzden hayli mühimsiyorum.
*
Bir kitap sayesinde hatırladığım, başka yüreğimi burkan bi’ çocukluk anısı bu düşüncelere sebebiyet veren.
Profesyonel olarak basketbol oynamaya başlamadan önce her ailenin parmakla gösterdiği örnek bir tiptim. Öyle ki, bir şey(lerle) oynamak için (annemler evde yoksa bile, arayıp) izin isterdim. Bunun aslında pek de övülmeye değer bir yanı yoktu ya, kimse de farkında değildi o ara. Bu olsa olsa, kendilik duygusuna mazhar olamamış çocuğun pısırıklıklığıydı, fazlası değil. Büyümek çokça anne ve babayı affedebilmeyi gerektiriyor, dedim ya arkadaşıma o anda büyümeyeceğim diye bir kere, hesaplaşıyoruz kendi içimizde.
*
12. yaşımdan 13’e geçerken ilk kez sevgilimin olması tam da suçiçeği çıkardığım (geçirdiğim) o bahtsız döneme denk gelir. (Bir şeylere sürekli geç kalışım, genelde izole sürdürdüğüm hayat, biraz da o yaşa dek suçiçeği geçirmemiş olmamdan belliymiş.) En yüksek notların yerini ortalamalara bırakması, veli toplantılarından bahsetmeyi her nedense unutmak, yani mitomanimin başlangıcı da yine aynı dönemin eserleri. Bütün bunlara karşın, en yakışıklı, en başarılı, en komik, en zeki, en çalışkan, en iyi, en o ve bu olmam gerektiği için karnemde fena gözükmeyecek şekilde düzeltmeye çalışmıştım notlarımı. Önünü alamayacağım o frapan hâllerim sonradan peyda olmuştu.
*
Yürek burkan anı… Çok komik ama gidilen bir okul gezisine dair: Müze-saray ve ardından annelerin yaptığı yemeklerin Gülhane’de açık büfe gibi sergilenip, mideye indirildiği piknikle son bulan o lanet gezi. Ben zaten daha en başında o geziye gitmeye hakkımın bile olmadığını düşünüyordum. Çünkü bana dayatılan misyon içinde başarısız olmuştum bir kere. Ama gezi “zorunlu” olduğundan, ve veli toplantısı meselesinde yalan söylediğimden, ve ikinci bir yalanda yakalanırım korkusuna kapıldığımdan izin kâğıdını bizimkilere imzalatmıştım. Anneme bütün bunların üstüne bir de şunu yap(ar mısın?) diyemeyeceğim için hafta boyunca biriktirdiğim harçlığımla bakkaldan gidip içecek almıştım piknik için.
Her hareketimde kendimi suçlu hissettiğim o gezide, gülmem gereken şeylere gülmemeye çalışmış, ekibi arkadan ve düşünceli takip etmiş, büyülenmem gereken eserler karşısında ağlamaklı, yerlere bakarak ilerlemiştim. Belki de birilerinin yanıma gelip derdimi sormasını beklemiş, kem küm ederek de olsa durumumu anlatabileceğime inanmış, bana tüm bunların hiçbir şekilde sorun olmadığını ve olmayacağını söylemesini ummuş, yanaklarımı ellerinin arasında tutup, sakinleşene dek beklemesini istemiştim. Olmadı.
Yeterli mi? Yetmez elbette.
Sevgilimi bizim sınıftan başkası da seviyordu bir de. Piknikte de kızın götünden ayrılmıyordu. Yoksa biraz da kızı kıstıyor muydu ne?… İt herif… Şimdi görür gününü.
Gözüm dönmüş bir şekilde rakibime doğru koşmaya başlamıştım. Tam da yeniyetmelerin yapacağı -ve belki de yapması gerektiği gibi- yumruğumu sıkmış rakibimin (ne rakibi lan, o “senin” sevgilindi, seni seçmişti, akılsız çocuk!) amel defterini kapatmaya hazırlanıyordum ki herkesin içinde kavga edip disipline gideceksin şimdi bir de düşüncesi ve bizimkilerin benden utanır halleri belirtmişti zihnimde.
Sonra hastanede gözümü açtım tabii. Ağzımda iğrenç bir tatla… Doktorların demesine göre “sıcağın etkisiyle” bayılmışım. Hhahaha.
*
İşte o gün tüm bu sinikliğim ve kendimi tutuşum, hayatımın sonraki yarısında yerini hoppalık ve züppeliğe, patavatsızlık ve zevke ve bol bol da kahkahaya bıraktı. Yalnızca sanat dışında bir daha o zaman kaçırdığımı hissettiğim duygulara tekrar ulaşamadım. Bunlara ulaşamadıkça da yine bulmamak üzere (ikinci kere söylüyorum çünkü çok önemli) arayışım da başlamış oldu. Bütün bu saydıklarımdan tamamen zıt yönde ayak direyen kişiye dönüşümem arasında neredeyse bir (1) gün bile yoktu. Her şey, tam da filmlerdeki gibi bir anda, sonsuzluk ve bir gün içinde vuku bulmuştu.
*
Başka çok sevdiğim İpek diye bir arkadaşım ve onun beni her defasında çok güldüren bir sözü var: “Valla ailem ve yaşadıklarımı düşününce, ben yine buralara çok iyi geldim yani.” Çok gülmeme rağmen bu yetinmeci tavrını biraz üzücü ve onun nezdinde gelişmesini durduracak bir etmen olarak görüyordum. Ama şimdi, biraz geriye dönüp bakıverince onu da çok iyi anladığımı söyleyebilirim. Ben de bugünlere, kendimi sürekli ama sürekli geliştirerek çok iyi gelmişim.
Yine de yapım gereği bütün o geçmişte yaşananlara, eski kendime, annemlere, hatta akrabalarıma küs kalamıyorum. Hatta bazen abartıyor ve hepsini kucaklıyorum. Çünkü bugün olduğum kişiyi çok seviyorum ve bütün bunlar o gün yaşanmasaydı belki de ben de bir gün büyümek zorunda kalacak, bütün bunları hiç düşünmeyecek ve belki de bunları düşünmemi gerektirecek sorunlar yaşamayacaktım. Çok iyi kitaplar okumayacak, harika şeyler izlemeyecek, kendimi zerre geliştirmeye çalışmayacaktım. Ve belki de en kötüsü hiç ama hiç kalem oynatamayacaktım. İnsanların diline zırdelice pelesenk ettiği cehalet mutluluktura şiddetle ka-tıl-mı-yo-rum.
—
¹Bunu da eklemek istediğim çünkü önceleri hiç yapmayacağım başka bir çocukluk daha ettim: Yaklaşık üç senedir aynı vatsap grubunda türlü makaralar çevirdiğimiz ve hiç olmazsa arkadaş olduğumuzu düşündüğüm bir kişinin beni telefon rehberine kaydetmediğini fark ve teyit edip, bir aksiyon almamıştım. Onun beni kaydetmemesi önemsiz diye düşünmüştüm. Bu değersiz hissetmelerin ardından gidip ben de onun numarasını sildim. Yaşasın çocukluk!
“çok sevdiğim bir arkadaşım” ibaresi kayıtlara geçsin lütfen:))
Hhahahahha, niye ya olamaz mı, benim de sevdiğim insanlar oluyor. Ama genelde bana çok yakın olmadıkça, arada sırada görüştüğüm herkes adeta çok sevdiğim bir arkadaşımdır =P
Bak şimdi “çok sevdiğim arkadaşım”ın içini boşalttın, oldu mu ama ?
Ne yapalım be Erenim beklentim hemen artıyor. Çok şey söylenebilir konu hakkında ama sevilen şiirin en vurucu yerinden alıntı yapmak gerekirse genelde şöyle oluyor ya da tam tersi: “sevincim bir türlü tutmaz sevincini”