İnsan yalnız yaşayınca ne kadar çok konuştuğunun farkına varamıyor, ne kadar çok düşündüğünün ve ne kadar süre kendisine kaldığının. Ve bir süre sonra da gerçeklikten sıyrılmış buluyor kendini, kendince bir düzen yaratıyor. Bunun ayırdına en en en eski arkadaşımla Atina’ya gidince vardım. O kadar çok konuşuyor ve kimsenin düşünmediği şeyleri sorun ediyordum ki -o söylemese bile- bir süre sonra kafamdakileri sanki evde tek başınaymışçasına dışımdan söylememeliyim artık dedim. Yine de kendimi tutamayıp (çünkü iyice ortamı yumuşatmam ve iyice herkesin bana bayılması 88 senelik arkadaşın bile olsa bi’ gerekliliktir) pederden de bir örnek verdim. O “biz böyle şeyler düşünmüyoruz” diyor dedim, ben -sözgelimi- annemin domatesi hep kolayca elde soyduğunu, hiç tahta kullanmadığını, bunu yapmaya acaba ilk ne zaman başladığını hiç düşündü mü diye irdeleyince. Neyse ki güldü. Güldü gülmesine de, o gülümseme beni düşüncelere itti.
*
Yazın konusunda ilk başarısızlığım ilkokul ikiye giderken vuku bulmuştu. O zamanlar kaç il vardı anımsayamıyorum ama o kadar farklı ilden öğrenci vardı neredeyse sınıfımızda. Bunun üzerine öğretmenimiz -zannediyorum birbirimizle daha çok kaynaşalım diye- bir ödev hazırlamamız gerektiğine kani olmuştu. Kasabanız/köyünüzdeki düğün geleneklerini, kız isteme adetlerini anlatın minvalinde bir yazı idi istenen. Elbette bir köyümüz olmadığı, dümdüz Beyaz Türk olduğumuz için, annemin hayali köyümüz için götünden uydurduğu (40 gün 40 gece düğün yapılır da dahil, ŞAKA ETMİYORUM) düğün adetlerini üçer beşer satır yazıp, okulun yolunu tutmuştum.
Ama o gün, insanlara dair en büyük şokumu yaşayacaktım. Çünküsınıfın en gerizekâlısından tutun, en haydutuna kadar herkes sanki bu ödev için özellikle hazırlanmış da gelmişti pezevengin evlatları. Kimisi tahtada, kimisi oturduğu yerden sayfalarca süren okumalar yapıyor, her biri adeta geleceğin akademisyeni olacaklamışçasına çıkarımlarda bulunuyordu. Bir süre sonra ben de kaptırmıştım kendimi dinlemeye, gerçekten orada olsam hoşuma gideceğini düşündüğüm adetler, örfler daha neler neler vardı anlatılarda. Biri Giresun diyor, öteki Kars, bizim yerin ismi bile yok. Ne diyeyim, İstanbul’un en uzak yerleri mesela şehre. Silivri miydi neydi, gözüm haritayı da kesmiyor ki, neresini demeli? Heh, buldum. Bununla da ilgili bir ödev yapmıştık sanki. Açtım semtleri yazdığım defteri, derim burasını sanki ne ki?
Sıra ilerledikçe herkesin harika yazılarını dinledim. Bir şekilde sağını solunu -düzeltebildiğim kadar- düzelttim. Yine de sınıfın en kötüsü olduğu gerçeğini değiştirmedi. Bir de mıymıy okudukça öğretmen sesimi yükseltmemi istemesin mi, ulan bırak be kadın, sal be… Yok abi. Bir şekilde, üç satır ve binbirgece masalları klasmanındaki tamamen sallama düğün-dernek yazımı okudum. Herkes nefesini tutmuş bana bakıyor, halının üstünde yenen üzümlere, içilen şaraplara anlam vermeye çalışıyor, hadi bunlar varsa başlık parası nereden çıktı diye yüksek ihtimalle düşünüyordu. (Nereden çıkacak, benden önce okuyan iki üç öğrenciden, belki Kibar Feyzo’dan, bok mu var, ne bakıyorsunuz.) Hoca, bir şekilde tanış olduğumuzdan beni çok bozmadan, yanımdaki arkadaşıma, Deniz’e geçmesini istedi okuma sırasının.
Daha utanmam henüz geçmemişti ki, daha o besbebek hâlimle bile annemin uydurduğu organla hocayı dinlediğim ortaya çıktı. O aşşşırı sevimli saç kesimi ve gülümsemesiyle Deniz, kahpenin soyu, İstanbul’da insanların nasıl tanıştığını (lisede, üniversitede, iş yerinde hatta bazen parkta), davetiyelerin Eminönü’nde nasıl basıldığını, kornaların falan çaldığını ama havaya neden ateş açmamız gerektiğini, zaten bunu yapanların da köylüler olduğunu bir güzel anlattı mavi mavi. Ben önce beslenme çantasının içine sokmuş olmalıyım kafamı, sıranın altına da biraz kaykılmışımdır kesin. Hani Deniz biraz daha zorlarsa, toz bulutundan hallice olacaktım belki. Demek şehir düğünü de yazabiliyorduk he, vay be. O aralar âşık mıydım neydim acaba? (2010’da yine aynı sınıftan bahsetmişim, şurada. Herhâlde sonrası olması lazım o malum anının.)
Açık ara ilkokul hayatımda yaptığım en kötü ödev (aslında hiç yapmamaları düşününce -ki çok daha onurlu bir tutum bu- genel okul hayatımın en utanç verici ânı bile diyebiliriz) sunumu ve kompozisyonu idi. Sonraları geldiğim yer, felsefemin düşüne bile giremezdi sevgili Hamlet Arda’nın deyimi ile =PP
Not: Bu öğretmene “minareyi çalan kılıfını hazırlar” sorusuna verdiğim cevapla da rezil olmuştum bir sınavda. Atasözünün anlamını sormuştu. Ulan ben ner’den bilebilirim ya, 8 yaşında falanım, Cedric gibi takılıyorum ortalıkta, minare çalmakmış, ben de sanmıştım minik sahilde bulunan minare çakıl taşlarından… Bizim ailede benle paylaşılan maks minare bilgisi buydu kardeşim, ne yapayım yani =((( Diyordum bunun kılıfı… herhalde düşmesin diye olmalı… Ah be bebek çocuğum, ah…. Neyse, diyorum ya, buralara, bugünlere yine iyi geldim kitap okuya okuya hahahhaa.
:)) Çok iyiydi, bak en azından “kurmacanın temelleri”ni atmış annen:))) “halı üzerinde yenen üzümler ve içilen şaraplar” (özellikle o sırada güzel bir film izleniyorsa:)) Ah ben de biraz önce “aşırı empatik” olduğumu öğrendim:)
hahahhhaha, adeta herkes bu hikâyeden nasibini almalı artık =PP düşünsene senden önceki yerde kızı atla getiriyorlar onu falan anlatıyor, biri de çıkmış yok biz halı üzerinde üzüm yiyoruz, abi ne alaka, üzümün bi cinsi, ismi, özelliği de yok, düz üzüm yani ahhaahahhah