Uzunca bir süredir en sevdiğim basketbolcunun Isiah Thomas olduğundan şu yazımda bahsetmiştim. Belki kendisi için ayrıca özel bir yazı yazarım ama konumuz bugün o değil, kendisinin “Let it be known” (bilinsin) paylaşımları. Ben de bir yandan kırismısınızı niyaz ederken, internette bilhassa -tamamı- paylaşılmamış ya da üzerinde çok durulmamış alıntılardan “bilinsin” diye bahsedeceğim bu blogda.
İlk konuğumuz (alıntımız) Dino Buzzati’nin en meşhur (en iyi mi, tartışılabilir) kitabı Tatar Çölü’nden olacak. Postmodern romanda varoluşsal bir probleme dokunmayan ancak “sürekli ama sürekli ve sadece anlatan edebiyat” içimi o kadar şişiriyor ki, yazmaya yeni başlayanlar için de* güzel bir örnek teşkil edeceğinden bu alıntıyla başlamak istedim. Şöyle buyuruyor Buzzati bir yere, şeye ya da kişiye alışmamız hakkında:
“Oda, geceleri sakin sakin kitap okumak, yatağının tepesi hizasında tavandaki çatlaklar, sarnıcın tıptıpları, zamanla tanıdık bir hâl alan, şiltede bedeninin oluşturduğu çukurluk, ilk günlerde hiç de davetkâr görünmeyen ama şimdi gayet yumuşak başlı ve işe yarar görünen battaniyeler, artık içgüdüsel olarak lambayı söndürmek ya da kitabı masaya bırakmak için yapılan hatasız hareket, bunlar hep birer alışkanlıktı. Artık sabahleyin tıraş olmak için, ışığın yüzünü iyi bir şekilde aydınlatabilmesi için aynanın önünde nasıl durması gerektiğini, suyu yere dökmeden küvete nasıl boşaltabileceğini, herhangi bir çekmecenin açılmaması durumunda anahtara biraz daha bastırarak nasıl açabileceğini biliyordu.
Yağmurlu havalarda kapının gıcırdaması, pencereden sızdığında ay ışığının aydınlattığı nokta ve sonra zaman ilerledikçe ışığın hareket etmesi, her gece tam bir buçukta Yarbay Nicolosi’nin gizemli bir biçimde sızlamaya başlayan yarasının etkisiyle odasının üstündeki gelgitlerin başlaması, tüm bunlar alışkanlık olmuştu.
Tüm bunlar artık ona aitti ve bunları terk etmek Drogo’ya acı verecekti. Ama, aslında o bunu bilmiyordu, ne gitmesinin kendisine nasıl bir çaba gerektireceğinden, ne de kaledeki yaşamın günleri, birbirinin tıpkısı günleri, baş döndürücü bir hızla yutup gittiğinden haberdardı. Dünle evvelsi gün birbirinden farksızdı, onları birbirinden ayırt edebilmesi olanaksızdı; üç gün önce olmuş bir şey de yirmi gün önce olmuş bir şey de sonuçta ona eskiden olup bitmiş bir şey olarak görünüyordu. Böylece, o ayırdına varamadan, zaman akıp gidiyordu.”
*
Buraya kadar okuyanları elbette elimiz boş gönderemeyiz. Drago bir zaman sonra bu döngünün, gittikçe çürüdüğünün ayırdına ise elbette bir çocuk/çocukluk anısı ile empati kurarak varıyor ve Buzzati’nin parmaklarına şöyle bırakıyor kendini:
“Eşikte bir kadın oturuyor, örgü örüyordu; ayaklarının dibinde köy işi olduğu belli bir beşikte küçük bir çocuk uyumaktaydı. Drogo bu çocuğun büyük insanlarınkinden çok farklı, nazik ve derin bir uykuyla uyuyuşunu hayretle seyretti. Bu küçük yaratık henüz kafa bulandıran düşlerin ne olduğunu bilmiyor, küçük ruhu, kaygısız, isteksiz ve acısız, safve son derece sakin bir atmosferde dolaşıyordu. Drogo hiç kıpırdamadan uyuyan küçük çocuğu seyretti, yüreği derin bir hüzünle doldu. Kendini böyle uykuya dalmış bir biçimde düşünmeye çalıştı, gözünün önüne hiçbir zaman göremeyeceği çok özel bir Drogo geldi. Kendi bedeninin hayvansı biçimde çökmüş, karanlık kaygılarla sarsılan, zorla soluyan görüntüsü, yarı açık ve sarkık ağzı gözünün önüne geldi. Halbuki o da bir zamanlar, bu çocuk gibi uyumuş, o da zarif ve masum olmuştu, kim bilir belki de hasta yaşlı bir subay, acı bir şaşkınlıkla durup kendisine de bakmıştı. ‘Zavallı Drogo,’ diye düşündü, bunun nasıl büyük bir zaaf olduğunun farkındaydı, ama sonuçta dünyada yapayalnızdı ve onu kendisinden başka sevecek kimse yoktu.”
Çev. Hülya Tufan
*
Buraya kadar okuyanları ise, bana tam da bu son kısmın şarkısı gibi hissettiren ve şu yazımızda (ve belki birçok başka yazıda da) bahsettiğimiz Candan Erçetin’in ‘Ninni’siyle gönderelim:
*: “de” çünkü daha çok ben buna maruz kalmak istemiyorum =P