İlkokul 2. sınıftaydık, ikinci dönemin başları…
Henüz kocası kanser olmadığı için derslere aksatmadan gelen öğretmenimiz yeni gelen öğrencileri bizlerle tanıştırıyordu. 3’lü oturan kişi sayısı çoğalacak demekti bu. Yalnızca o da değil, artık bu konuşmalara bir son vermek amacıyla mutlak surette kızlı&erkekli oturmak da zaruriydi…
İlk başlarda bu durum biz erkekleri biraz sıkıntıya düşürdüyse de, en azından kızların bir öcü olmadığını hatta tam tersine, gayet güzel ve düzenli olduklarını, ve yine de bizlere hiç benzemediklerini anlamıştık. Haremlik selamlık kalkınca engellenemez aşık olma tripleri boy göstermeye başlamıştı. Kimin kime aşık olduğunu söyleme yarışındaydı herkes, dedikodunun tavan yaptığı o müthiş zamanlar… Eh, bir de en azından bir kızı yanağından da olsa öpme hayalinin başladığı zamanlar…
Genelde aynı sırada oturduğu kıza aşık olanlar çoğunlukta da olsa, yan masadan sarkanlar da olmuyor değildi hani. Bunlardan biri de sıralarımız ayrılmadan önce birlikte oturduğumuz, sınıftaki en yakın arkadaşım olan Orçun’du. Annesinin öğretmen olma avantajını elinde bulunduran Orçun, sınıfımızın lideri gibiydi. Ben ve Arda ondan ayrı düşünürdük, yakın arkadaş olmamıza ve müzik derslerinde hayali enstrümanlarımızla aynı grupta çalmamıza rağmen…
Bu Orçun ile Arda sınıfımıza gelen ve güzelliği ile hemen herkesin başını döndüren Besena’ya aşık oldular bir süre sonra. Ben karmaşık duygular içerisindeydim, o zamanlar bile pek inanmazdım aşka. Bana her birinin farklı bir güzelliği var gibi gelirdi sanki. Dilan’ın işvesi, Yasemin’in açık sözlüğü, Kübra’nın akıllılığı, Besena’nın dudakları&gözleri, Oya’nın saçları, Banu’nun sesi, Müge’nin sempatikliği, Gözde’nin vücudu, Sevgi’nin çapkın bakışları…
Yakalamaçlı bi oyun oynardık teneffüslerde, bizim erkeklerle. “Hırsız-Polis”imsi bir şeydi. Sınıfta kızlarla oturmaya başladığımızdan beri, kızlar ip atlamayı bırakmış ve bizlerle bu oyunu oynamaya başlamışlardı. (Şimdi düşününce bu kararlar nasıl veriliyordu, yani bir gün hadi onlar da oynuyor mu denmişti, aklıma geldikçe komiğime gidiyor.)
Erkekler polis, kızlar hırsızdı, belki de kalplerimizin…… Neyse cıvımayalım, kızlar kaçıyor, erkekler kovalıyordu… Yani, tam onlara dokunmak, hatta punduna getirebilirse öpme ihtimalinin de olacağını bilen erkeklerin de isteyeceği bir oyundu bu.
Ben… Allahım çok utanıyorum ama ben her birini ötekilerden kıskandığımdan, öptürmemeye (başkalarına yakalatmamaya) çalışıyordum kızları. Bu sayede de kızların gözünde bir kahraman oluvermiştim. Kızların da öpülmek istediğini biliyordum aslında, yoksa niye bu oyunlara katılsınlardı ki? Ama hepsi ya benim olmalıydı, ya da hiçbiri. Hırsız-Polis’ e başladığımızda güzelden çirkine doğru hepsini yakalamaya başlardım, kimsenin giremeyeceği yerlere girmeye hem cesaretim vardı, hem de çevikliğim yetiyordu. Dayanıklıydım. Hızlı da koşabiliyordum… Oyun başladığında hem sınıfa yeni katılmanın, hem de güzelliğinin verdiği avantajla hemen herkes Besena’nın peşinde gittiğinden ben de kendisinin peşine takılmıştım. Hemen onu yakalayıp, diğer güzelleri de sonradan yakalayabilecektim…
Sonrası malum bakışlar erkeklerden, üzerime üzerime, sınıfa çıkana dek. Acaba ne yapmalıydım, hem onların arkadaşlığını kaybetmeyip hem de kızları nasıl kendime bağlayabilirdim? En nihayetinde hepsi bana aşık değildi, belki de hiçbiri değildi…
Aklıma o sıralar pek bir şey gelmedi, zaten o kadar cinliğe kafam basmazdı pek. Hem artık bana da artık hepsi pek öyle güzel gelmiyorlardı, ayran gönüllüydüm. Çok geçmeden duyduğuma göre öpebilenler çıkmıştı sınıftan… (Dedikodu, inanma.) Bir-dir-bir bile oynamıyordum artık onlarla, sınıftaydım, yalnızdım, kaybetmiştim… (Yazık, inanmış.)
Sonra o geldi, ışıl ışıldı… “Biliyor musun ön dişleri ayrık olanlar ilerde çok zengin oluyormuş” dedi.
“Hmm öyle mi?” dedim.
“Evet” dedi gülümseyerek, kendi ön dişleri de ayrıktı. Ve gitti. Dişlerimin o kadar da belirgin olmayan ayrığını nereden görmüştü acaba?
Bir sonraki Cuma günü, İstiklal Marşı okunacağı için ben gene en arkalara geçmeye çalışıyordum. Böylece geriye dön talimatı verildiği zaman en önde olacaktım. Kafamın çalıştığı nadir şeylerden biriydi… Unuttuğum, tek çakalın ben olmayışım olmasıydı. Tam en arkaya geçmişken, okulun içinden en az 4 kişi daha geldi ve ben sondan 2. sıraya geriledim. Gelenlerin arasında o sarışın kız da vardı, arkama geçti…
İstiklal Marşı’nı bağırarak kulağıma doğru söylemeye başladı, sonra birden fısıldayarak ağzını benim kulağıma iyice yaklaştırdı. Şaşırmıştım. Ne yapmaya çalışıyor acaba diye düşündüm. Daha sonra yanağım ile kulağımın arasındaki mükemmel yere* iki kez öpücük kondurdu. Sonra komutla da hızla kaçıp evin yolunu tuttu Besena.
O gün bayılmadan evin yolunu bulabildiysem de bende sonra sonra aşırı heyecan yaratan bu durum, arkadan Mert piçinin bizi görmesi ve pazartesi yemeyip içmeyip durum Orçun’a yetiştirmesiyle iyiden iyiye erkek grubundan dışlanmış buldum kendimi.
3. sınıfa geçtiğimizde, o çıtlattığım olay gerçekleşti ve öğretmenin kocası kansere yakalandı. Dersler boş geçmeye başlayınca sorumluluk sahibi ebeveynlerimiz beni Besena’dan ayırdı. Yeşilköy günlerim başladı…
Okulmuzun olduğu eski mahallemize döndüğümde onu birkaç kez yolda gördüysem de dönüp yüzüne bakacak ve onunla konuşacak cesareti bulamadım. Özellikle de annesi yanındayken. Yoksa yüz kere bisikletimi alıp onu takip etmeye ya da yakalamaya yeltenmiştim, her bir defasında yok olmayı başarıyordu bir şekilde kahpenin kızı.
Bi kaç kere de basket dönüşünde gördüm onu seneler sonra, ama sanırım beni ya hatırlamadı ya da görmedi, ya da onda da o cesaret yoktu. İlkokulun ilk kısımlarını kapsayan bu öpme&öpülme mevzusu ise tarih oldu. Zaten öpülmeler tarihinin başlangıcı =P
*: Dünyanın en güzel yeri.