Son zamanlarda dizi ya da film seçimlerimi (hepsini seyretmeye ömrüm yetmeyeceği için) “o an hangisini izlemek içimden geçiyorsa”ya göre yapmaya çalışıyorum. İster inanın ister inanmayın ama bu benim için son derece yeni bir olgu, sanatsepet işlerinde hayli kontrol manyağıyımdır aslında. Ama dizi ve filmlerin biraz daha “az sanat” olduğu düşüncesini (bunu yıkanlar var elbette, ve bu çok uzun bir konu, belki bilahare konuşuruz) benimseyip, beklentimi düşürdüğümden beri izlediğim şeylerden nihayet keyif alabilmeye başladım. Ve ilginçtir ki Shrinking, blog yazarlığım süresince bilhassa bahsedeceğim ilk dizi de olabilir—başkası olduysa da hatırlamıyorum. (Bunca yıl sonra tutup da dünyanın en iyi dizisinden falan bahsedeceğimi sanmayın hemen. Bahsedeceğim çünkü kişiselleştirebiliyorum.)
*
Hepiniz fark etmişsinizdir, birçok sitede 2023’ün “en” listeleri yayımlandı. İşimin bir parçası da yabancı sitelerden bir önceki günün haberlerini girmek olduğundan (tamamen ofiste zaman geçsin diye tıkladığım ve sekmelerde unuttuğum) “en iyi dizi” listelerinde Shrinking’e rastladım.
Kapağında, kadın olsam fena vurgunu olacağım Harrison Ford, Jason Segel’ın yüzünü ekşitmesini engellemeye çalışıyordu. Konusu da (yine eskiden olsa konusunu bile okumazdım) düşündüğüm gibi olursa hayli ilgi çekeceğe benziyordu: “Bunca yıllık meslek etiğini bir kenara itip, hastalarına artık asıl duyması gerekenleri söyleyen terapistin hikâyesi.” Bu ikisine aldanıp çoktan indirip (evet) seyretmeye başladığımda o analistin Harrison Ford olmadığını görmemle yıkıldım. Sanki bu “konu” hususunda daha yaşlı biri daha uygun düşermiş gibisinden düşüncelere daldım. Ama öykü aklımdakine uymadıkça -bu beni estetik açıdan rahatsız etse de- güldürmeye başlayınca umursamayı kestim. Dizi, bana bir hâli ile Catherine Ryan Hyde’ın kitabından uyarlanan “Pay It Forward” adında insanı iyi hissettiren film ile Ricky Gervais’in “After Life“ını da anımsatmadı değil.
*
Shrinking, başkalarına yardım ettiğimizde, yani kendi -asıl- dertlerimizle uğraşmadığımızda, kendimizi ne kadar iyi hissettiğimizi/hissedebileceğimizi anlatıyor. Ama bunun bir süreliğine olacağının altını çiziyor. Ve bunu o kadar incelikli yapıyor ki, bazen bazı durumlarda insanların bile isteye yanlışı nasıl da seçeceğinden tutun, en yakınımızdakilerden sakladıklarımıza, oradan asıl istediğimizi nasıl da bir türlü bilemeyeceğimize ve aslında o isteklerimizin yalnızca o an için -burası çok önemli- sadece bir anlık “zafer kazanma” dürtüsünden ileri geldiğine, travmaların hiç beklenmedik anlarda patlak verebileceğine, günde 15 dakika sizi en hüzünlendiren şarkıyı açıp ağlamanın aslında yararlı olabileceğine vurgu yapan bi’ feel-good-tv-series adeta.
Elbette elbette elbette, herkesi kucaklayacağım diye 2010’ların ortlarından beri birer “must” hâline gelen karakterler (hispanikler, hindular, veganlar, gay çiftler vb.) bu dizide de mevcut. Ama Harrison Ford’un varlığıyla yazarlar, son derece adi şakalarla, birçok konu hakkındaki “asıl” düşüncelerini ona söylettirerek paçayı sıyırıyorlar.
Peki vay benim buster’ım, sen bunun neyini kişiselleştirdin diyecek olursanız yanlış anlayarak izlediğim Jason Segel, yani Jimmy karakterinin (bence spoiler sayılmaz ama yine de söylemeyeyim) “people person“dan “people pleaser“a geçişi bana kendimi anımsattığı için.
*
Bugüne dek benden kendimi anlatmamı isteseydiniz, asla sorunlarından kaçmayan, insanlara hayır demesini bilen, inanılmaz karakterli bir tip olduğumu söylerdim size. Oysa, düşündüğüm, yazdığım ve yaptığım kişiler adeta bambaşka karakterler. O yüzdendir ki insanlar benle vakit geçirmekten, Harrison Ford-vari laf yiyeceklerini bile bile, hoşnut oluyor. Ve onlar da, kendilerine neyin iyi gelebileceğini, ayak parmak uçlarıma varıncaya dek onları dinlediğim, çok okuduğum ve çok fazla yaşadığım için söyleyeceğimi biliyorlar. Ve artık bunu neden yaptığımı da biliyorum. Çünkü sorunlarımdan kaçmanın en iyi yolu, evet bildiniz, başkalarına yardım etmekten geçiyor. Ancak o zaman her şeyin kendimizle alakalı olmadığını kavrayabiliyoruz. Kötüsü, kendi sorunlarımızdan kaçtığımız müddetçe de bu iş kısır döngüye girmeye devam ediyor. Yani, kendini iyi et ki iyi edesin -itiraf etmesi zor ama- uzun vadede daha iyi çalışıyor.
Sözgelimi çok sevdiğin ve tüm sorunları dinlediğin arkadaşın, sonu kötü olacağını bir körün bile görebileceği bir ilişkiye devam ettiğinde ve dertlerini sana anlatıp, çözüm önerilerini dinlemediğinde ve kendi bildiğini okuduğunda ona hiçbir şey önermemenin bazen en doğru karar olabildiğini tecrübe ettiğinde, buna devam ediyorsa ve durum artık seni rahatsız ediyorsa da o arkadaşlığı -bitirmesen bile- eskisi gibi sürüklemediğinde pek çok şey daha kolaylaşıyor, tüy gibi oluyor. Rüzgârda uçuyor uçuyor. Gidiyor, bir başkasını hapşırtıyor. Ötekini, uyurken gıdıklıyor ama berikinin elinde kalem oluyor.
Not: Jessica Williams i-na-nıl-maz oynuyor. Amerkalı Fleabag olabilecek potansiyele sahip. Komedi abartılı oyunculukları kaldırsa da çok daha derin rollerin de altından kalkabilecek kapasitede bir aktris. Kendisine bur’dan öpücükler ve kalpler iletiyoruz.