Bu Son Olsun şur’da da bahsettiğim içkili muhabbet akşamından sonra değişmez şarkımız, dirim ortaklarımızdan biri haline geldi. Değişmez şarkı, dirim ortağı olma nedeninden bahsetmek istiyorum sizlere bugün. (2 sene geçmesine rağmen yazının üstünden, bugün bile aynı şekilde hayatıma dokunması ise ayrı başlıkta tartışılabilir.)
Öncelikle, yaradılışımız gereği üzünçlü gençler olduğumuzdan, üzünçlü yetişkinler olacağımızdan, üzünçlü yaşlılar olacağımızdan… Hatta belki de olamayacağımızdan… Değil… Bizi yaşamda tuttuğu, tutunmaya zorladığı için de değil. Hatta en çok bunun için değil. Biz umutsuzlara umut dağıttığı, sattığı için de değil. Şarkıda geçen şu sözlerden ötürü bizim dirim ortağımızdır:
“Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni.”
Esasında anlatım bozukluğu olmasına rağmen insanı en çok üzen, üzsün seni olan iki şeyi bir çırpıda söyleyebildiği için bu şarkının meftunuyuzdur biz. Hatta denilebilir ki diğer her üzünç, bu iki şeyin üzerine türemiştir. Sözgelimi bir yakının ölmesi hem yalnızlık hem de yalandır. Çünkü ölmek, bir canlının ölmesi, çeşitli Latin Amerika kültürlerinde hâlâ devam etmekte olan geleneğe göre -ki o yüzden dedelerinin dedelerinin dedelerinin adlarını peşisıra taşır ve upuzundur isimleri- onu tanıyan son insanın da ölmesiyle ancak vuku bulandır. Yani, insan ancak unutulmuşsa, yalnızsa ölür. Bizim bildiğimiz manasıyla ölmeden sonra ise bu dünyanın bir kez daha çok sığ bir şekilde “yalan” olduğunu hatırlatır, üzer bizi. En çok yalan üzüyor, en çok. Saklanan bir şey de yalandır, sadece doğruları söylememek değil; sözlüğün, sözlükteki anlamın yeniden yazılması lazım. Doğruyu bilinçli bir şekilde saklamak ya da hiç söz etmemek üstelik yalanın dik alasıdır.
Temelde şarkı sözlerinin sorunu, artık gerçekten daha da gerçek şeylerin yazılamaması da değil, gerçeğe yakınının bile yazılamamasından kaynaklıdır. Edebiyattan nasibini alamamasından kaynaklıdır. Şarkı sözü yazarlarının kitap okumamasından, şiir bilmemesinden kaynaklıdır. Sürrealist&Postmodernist bir tutumu eleştirdiğim sanılmasın, öyle değil. Demek istediğim günümüz şarkı sözlerinin hemen hepsinin aynı niteliksizlikte yazılmış olmasından, kötüsü duygusuzlaş ya da -tırıldığımızdan içlerinin boş/teneke olmasından süregelir. Yoksa bu iki akımı kullanıp edebi değeri olan, yahut müzik yapan insanlara elbette saygımız sonsuz. İkisini de bu değerler üzerine inşa edenler ise baştacımızdır.
*
Melih Cevdet’ten, Metin Altıok’tan, Turgut Uyar’dan, Orhan Veli’den, Cemal Süreya’dan, Murathan Mungan’dan vs vs. şiir aşıran (Picasso’ya selam), onların şiirlerini şarkıya dönüştüren ve belki de sadece bu sayede hiçbir şarkı sözünde anlatım bozukluğu yapmayan, sözleri ile yüreğimizi dağlayan, okumanın en nitelikli yazma biçimi olduğunun bilincinde, belki de okurken kafasında melodiler uçuşan bir müzisyenden ve onun birkaç şarkısından söz açmak istiyorum. Bir başka dirim ortağımız “Kaçak” şarkısı, Sezen Aksu’dan. Minik Serçe’nin kesinlikle iyi bir edebiyat okuru, hiç olmadı iyi bir şiir okuyucusu olduğunu düşünüyorum, hatta düşünmüyor biliyorum diyebilirim. Çünkü Aksu’nun seçtiği şiirlerin hemen hiçbiri çok “bilindik” şiirler değildi zamanında, hatta yapılan antolojilere bile alınmayanları mevcuttu. Demem o ki şarkı sözü yazmak kadar okumak da, bilmek de o kadar önemlidir ki, sizi en iyilerden biri arasından sıyırır. Hatta sesiniz Dylan gibi güzel olmasa dahi bir yıldıza dönüştürebilir. Mamafih, kimileri dalga geçse de, bu yol öyledir ki Nobel Edebiyat Ödülü dahi kazandırır. (Bir sonraki şarkı çevirimde de -eğer çevirebilirsem- neden Dylan’ın bu ödülü aldığını anlamanıza yardımcı olacağını düşündüğüm bir baladı ekleyeceğim, o zamana dek kıskanmam geçerse şarkıyı elbette.)
Biri dayanamayıp şunu yazmış altına:
“Vallahi yürürüm aynı hevesle; o 1985’de yürüdüğüm maddi-manevi yolları…Fındıklı’dan Ayazpaşa’ya çıkan o 165 merdiveni de koşarak çıkarım… Yeter ki, camında ‘DİLBİLİM-5’ kitabı olan o küçük ve güzel evde, o sevgili beni bekliyor olsa hala… Ama, nerde? Heyhat (…)”
Çok acayip geliyor ve bir kelimesinin bile yalan olduğuna inanmıyorum yazılanların. Bu iş böyle ne yazık ki, daha doğarken hayat bu savaşta unutan-unutulan tarafı seçiyor. Ve işin ilginci siz sadece bir taraf olmuyorsunuz. Kimi unutan olurken, kimi de unutulan olabiliyorsunuz. Hayatın bu, artık ne derseniz biz dengesi diyelim, çok hoş. Elbette sizin hüzün deponuzla da ilintili. Kimisi neler neler yaparken beklemek adına, kimisi başka adalara yelken açıyor. Tecrübemle sabittir ki en beklenmedik şahsiyetler, kimseler, bireyler, en umulmadık şeylerle karşınızda durabiliyor, çıkabiliyor. Yaşama yenilmeyebiliyor. Yenilme nedir?
Hayatımda tanıdığım hem içi hem dışı en güzel kadınlardan birinin yalnızlığına seneler içinde çokça şahitlik ettim. Kimi zaman meyvelerini taşıdım, kimi zaman suskunluklarını dinledim. Balık yapma tarifi anlatırken bile bir başka görünürdü gözüme, sesinde, harfleri tonlamasında, ağzından çıkışında, nefesinin kokusunda, artık dayanamayıp soluğunun çatallaşmasında, burnunu çekişinde, gözlerinin eski bir şeyler anlatırken dolmasında, elini bulaşık önlüğüne bir ters iki düz silişinde, boynunu çıtırdatışında, yandan çarklı gülüşünde güzel olan bir hâl vardı. Akıl sır erdiremiyordum onun bu yalnızlığına. Bir süre sonra elbette yalnızlığına alışması ve artık kimseyi istememesiydi onu bu yola sokan ama en başta işte her şey farklı idi. Çünkü öylesine sevmişti ki, bir daha kimseyi o kadar sevememiş, o kadar sevemeyince de kimseyi kendiyle hapsetmek istememiş, kimseyi kendiyle hapsetmeyince de kendini kendi ile hapsetmişti; bir daha mutluluğu da bulamamış, belki de daha ilginci hiç aramamış, belki mutsuz da olmamış ama mutlu da hissetmemişti. Arafta, Godot’yu bekleyip durmuştu. İş böyle olunca da hali, bir gün ölecek diye eve hiç kedi almamaya dönmüşmüştü. Bir gün bıkacak diye, bir gün istemeyecek diye, kıllarına laf edecek, biraz dövecek, onu tırmalayacak, bebek hâli uçup gidecek; kedi de bütün gün ona hiç sırnaşmadan tv karşısında pinekleyecek diye istememek; oysa kediler herkesin de bildiği gibi cindir. Cinlerden de bıkılmaz. Bu da, yani bu dirim ortağımız da bana onu hatırlatır. Cayar sözünden, pişman da değildir çünkü büyük orospu çocukluğu yapmıştır sevdiği. Koşup gelmek isterken, üzerine kapanan kapılarla defter dürülmüştür artık. Eh, kimisi ise yukarıdaki örnekteki gibidir, iki çocuğu ile bile gelse baş tacıdır. Belki bir süre, belki gerçekten bıkıncaya dek… Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Gelecek olan güzeldir evet, gelmişse kalan ömürlerde ikinci bahar da çalar, ona da evet, peki ya çalmazsa? Da… Çalmazsa da adam belki şekil değiştirir ve şöyle diyiverir: “Berbat oldu ama, gene olsa gene yapardım.”
Eskiden tabii ki bunca sosyal medya yokken “bir daha görmek”ten bahsediyor şarkıda dünya gözüyle görür müyüm derken Sezen ama, bu çağa uyarladığımızda da dijital olmayan bir hâl görebilir mi insan, onu merak edebilir pekâlâ. Yani şöyle aslında, paylaşmak istenmeyen anlara şahitlik etme. Makyajlı, ciks hallere, mutlu veya saçma veya karşıdakinin sana yansıttığına değil de, o en saf anıyla bir daha görme. Yukarıda bahsettiğimiz durumlar, o kişiyi güzel yapan durumlar gibi mesela yahut bir sarılayım bakayım burada mısın ya gerçekten deme, kafayı, burnu, dudağı boyuna iyice sokma, hissetme, göğsü göğüste, bir koklama, yavaşça yanağı sevme ve biraz gözetleme ve gitme. İnsan, hayali bile oturup doğru dürüst kuramıyor kimisi.
Ne malum lafını güzelce yediriyor sonra Sezen, belki de ölürüm diyor yani, ya da belki de ölürsün! Bunca ihtimal varken bu ne cesaret?
*
Kaçak derken, insanın aklına ister istemez Keskin Bıçak da gelir, ki onu da atlamamak lazım. Hatta denilebilir ki bu Kaçak vs. Keskin Bıçak‘tır. Keskin Bıçak’da yâr iken, Kaçak’da kendidir konu edinen. Bu şarkının da çok güzel bir kaydına sahiplik etmesinin yanı sıra Candan Erçetin, programına konuk olmuş Sezen Aksu’ya sonunda şöyle diyor: “Yani benim şarkı kıskançlığım yoktur ama… Şu şarkıyı ben yazsaydım, benim olsaydı, ya da ben söyleseydim… Çok isterdim.” Yine sözü edilen kayda girmeden evvel de “Türkiye’de duyduğum en güzel aşk şarkısı,” diyor. Sanırım bir insan ancak bu kadar naif bir şekilde karşılık verebilirdi. Sonra bu kayıt (ki gerçekten mükemmel bir performanstır ve bu yüzdendir ki Spotify asla ama asla Youtube’un yerini alamayacaktır çünkü bu tür özel kayıtlar hiçbir zaman bu ve türevi programlarda yoktur) küşayişin cümle içinde kullanımını da duymaklı… Dirim ortağı bizi hazırkıta beklemekte anlayacağınız…
Öncesinde böyle gelişi, kalışı, sevişi, ertelenişi bile “yarım” olan kendi ile kendisinden bile “kaçak” durumda ama -burası önemli- kendisinden kesinlikle yarım olmayan yâri ve zaten yardan cayamayan bir kalbi canlandırır, betimler, tahayyül eder. Caysa bunca yarım olan kendi, hiç kalacaktır. Ama sevdiği, yarısı olan yâri yetmezmiş gibi bir de keskin bıçaktır. Bu aşklar karşılıklı bu iki şarkıda atışır, didişir, tepelenir durur.
*
Beni en iyi İstanbul’un kaldırımları tanır. Yolları diyemiyorum çünkü arabam yok, ve sürmesini de hiç sevmem, arabadan da anlamam; bazen kafa dağıtmaya yarıyor ama, bazen yani, her şey gibi, haftada iki tek atmak gibi, öteki türlüsünü çekemem. Ama kaldırımları İstanbul’un… Beni çok çok çok iyi tanır. Ben ki, kimsenin beni tanımasına çok izin vermem aslında, ama bu malumun soyları her şeyi bilir. Hatta diyebilirim ki İstanbul’un tümünü düşündüğümüzde arşınlamadığım kaldırım sayısı azdır. Ben daha çok yürürüm. Sinirlenir yürürüm, üzülür yürürüm, sevinir yürürüm, bazen koşarım, yürümem bazen koşma gibidir. Düpedüz koşarım. Kedilerle koşarım. Yürürken de sinirlenirim, bazen üzülürüm, sevinirim kimisi. Sonra ayağımı bir sürtme alır, her an düşecekmişçesine ağır. Yürürüm. Kimisi… Hiç düşmeyecekmişçesine dik, öylece dururum. Neticede beni en çok kaldırımlar tanır, düşüşümü, düşümü, ağlayışımı, sevincimi, kimlerle gezdiğimi, yediğim dayakları, kimleri sırtımda taşıdığımı, kimleri yolda bırakıp kırmızı ışıkta geçtiğimi, sekerek geçtiğimi, evleri şaşırdığımı, bilinen sokaklarda kaybolduğumu, kimleri nerelere yürüttüğümü, kimleri beklettiğimi, yalanlarımı, hemen her şeyimi bilirler. Yokuşları, yokuş kaldırımları, hüzünlü vedalara sahne olan güzel duraklara yakın bela kaldırımlar her şeyi, ama her şeyi bilir. Ama bu şarkı pek bilinmez. Gerçi bilinmemesi de bu üstteki iki ve daha popüler başka parçalarına kıyasla. Yoksa Sezen Dili ve Edebiyatı mezunları çok çok iyi bilir bunu:
“Ah, kaldırımlar biliyor, bi’ devir muhteşemdik
Güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik.”
*
“Gönlümün bayramları, şenliği söndü.”
Bence bu şarkı da uçurtma bayramlarının bittiğini işaret ediyor. Annesinden izin, yani sevinç alarak “gelen” çocuklar, uçurtma şenliğine katılır. Bebektirler. Sonra ardından başka bebek şarkı yazılır. O da budur gibime geliyor. Üstelik yenilme, gel yenilme dediği ilki, belki de o yukarıda bahsettiğimiz dünyanın en güzel ve hüzünlü kadınına da söylemiş, ya da direkt ona söylenmiştir. Ve ölüm yok, ölünmüyor derken de, kim bilir Latin Amerikalılara selam ediyordur belki. Artık kim aldıysa.
*
Aynı anda aynı filmi izlediğimizi düşünüyorum, başka yerlerde aynı zamanı paylaştığımızı. Hayal etmiyorum, düşünüyorum, belki de yukarıda olduğu gibi de, biliyorum. Yo, bunu yapmıştık! Değil. Bu defa farkındasızlık olmalı. Hazırlanıyoruz birbirimizi göreceğimiz güne, hazırız, hazırlanıyoruz, her defasında bir şey eksik ama… Hazırlanıyoruz, yalnızca beni, ve kendini benim gözümden görebildiğini görüyorum, çırılçıplak, kaygısız, bütün yaralarıyla… Sadece ve sadece, benim gözümden kendisini, o zaman bunca kolay olmazdı gidişler.
“Bu gidişin sonu kötü, kalbi kaybetme gel”in üzerine, siyahını bırak da gel diyen Müslüm Gürses ve yazarı Kenan Doğulu ortaklığı ile boğazına gömülüp sustun mu hiç diye soran bi’ şarkı sıradaki. Çünkü bazen de karşınızdaki, olaylar, kediler öyle şeyler yapar ki kımıltısız, azıcık nefes alarak susabilirsiniz yalnızca. Şarkıcının endişe döneminde kaleme alınmış olduğu besbelli. Hani Zizek der ya, endişe hariç bütün duygular orospudur, yanardönerlidir diye, hah işte, tam da biraz öyle. Bu şarkıdaki siyahı bırakma kısmı özellikle, tam da öyle.
*
Şununla kapayalım istiyorum, gene yanlış anladığım bir şarkı, burada birkaçından bahsetmiştik sanıyorum, bahsetmediysek de bahsederiz elbet bir gün. İşin tuhafı, yıllarca yanlış anladığım şarkıların, yanlış anladığım hallerinin daha edebi ve daha güzel olduklarını gördükçe, eğer toplum içinde söylemiyorsam düzeltmemeye çalışıyorum. Bu şarkılardan biri de Gözleri Aşka Gülen. Bu dirim ortağını yanlış bilirken çok güzel gelirdi: “Aşkını tazele gel.” derdim çünki. “Gel” de, aşkımı tazele gibi değil, “git”, biraz aşkını tazele öyle “gel” gibi düşünürken. Eh, şimdilerde sosyolojik durum böyle: Bu parça yazıldığında onsuzluk “elem” olduğundan ötürü git aşkını tazele gel gibi bir şey düşünmek pek de mümkün değil ya da -imiş. Ama yine de ortaklarımızdan. Hem şarkıcılar arasında yapılan çok gizli anlaşmaya göre “cover”lar bir şekilde söyleyene göre değiştirilebiliyor ya, sözgelimi, çıkarız dağlara değil de, çıkarız adalara denilebiliyor ya, buna izin veriyor ya hani, ben olsam aşkını tazele gel diye söylerdim gizli gizli. Zaten kimse “m” sesi ile “n” sesini doğru dürüst çıkaramadığı, karşı taraf da cansiparane dinlemediğinden ayırt edemeyeceği için böyle savuştururdum bu kurdu; bir diyen/duyan olursa da cover’ların kendine has değiştirme hukukunun bilmemneyinci bendinde yer alan filanca maddesinin gereği ve ondan daha öte olan falancaya göre değiştirdim derdim. Sonra da dediklerimi anlayana dek kaçardım.
*
Olur da devam eder diye numaralandırdım. Aslında “numaralandırma”nın kendisini sevdiğim için numaralandırıyorum, yoksa özel bir nedeni yok, en güvenilmez insan olduğumu söz konusu yazmaya geldi mi, biliyorum. Bizimkisi de böyle bir aşk. Şarkının yanlış hâli gibi: Biz aşkımızı tazeleyip öyle geliyoruz, her dakika beraber değiliz. Bazen o beni özler, bazen ben onu -im; ama mutlaka geliriz, kimi erken kimi geç.
Hadi bakal-im.
Not: Dirim ortağı lafı benim değil. Bir zamanlar söylediğim ve bahsetmek istemeyi, en azından alıntılarını yazmayı istediğim Türk Öykücülerinden Bilge Karasu’nun. Karasu, yaşam yerine dirim sözcüğünü kullanıyor, Bener gibi. Çünkü bu kelime aynı zamanda “yaşama gücü” anlamını da karşılıyor. O güç olmadan yaşanmıyor, gibi gibi. Karasu’ya göre dirim ortaklarımız Narla İncire Gazel‘de de söylediği üzere hayvanlar, doğa ve içinde yaşadığımız gezegendeki her canlı. Hatta alıntılamak gerekirse şöyle buyuruyor zat-ı âli:
“Hayvanlara yeniden saygı duyulamaz mı? Hayvanların, bitkilerin, kendi dirim ortakları olduklarını anımsayamaz mı insanlar?”
Bana göre ise, benim ondan öğrendiğimden beri bana göre diyeyim hatta, dirim ortaklarımız sadece canlı diye aksettiklerimiz değil, aralarında cansız, hatta bilakis soyut olanların da dahil edildiği koca bir topluluk. En azından şu anda bu böyle. Hatta belki o zamanlarda da öyleydi de kimse bunları dillidüdük gibi söyleyip Karasu’ya diklenmemiş besbelli. Kendisiyle tartışmaya girsem kazanamazdım ya, biraz ikna edebilir gibi olurdum bunun böyle olduğuna dair belki.
Çok güzel… Gerçekten baştan sona, çok güzel. Söyleyebileceğim başka da bir şey yok. Tebrik ederim.
Çok naziksiniz, teşekkürler.
Ben mesela Sezen Dili ve Edebiyatı üç’ten terkim. (iyi de bi öğrenciydim ama çeşitli sebeplerden mezun olamadık işte diyelim)
Her ne kadar fonetiği kulağıma hoş gelmediyse de ‘dirim ortağı’ m diyebileceğim serçe görsem istemsizce melodisini mırıldandığım bir şarkısını zikredesim var.
Serçe albümünden ‘Gün gelir’.
Özelliikle halaleyle halayle halaleyle halali kısmı.
Çünkü kadın ruhhastalığını müthiş anlatır:
Bir yandan terkedilmiş unutulmuştur, hatırladıkça kendini alkole verir, üstelik içtikçe acı çekesi gelir, bir yandan yağmur yağar, kasvetten geçilmez, üzüntüden ölünür ama bir yandan haleleyle haleleyle diye zevk alır bu halinden. Müthiş bir ruh halidir. Gerçektir çünkü acının lezzeti ve Sezen şarkıyı söylerken neredeyse sen de alırsın o lezzeti.
https://www.youtube.com/watch?v=HIj2LN3Qh0k
Hahaha senin fahri diplomanı bu şarkıyı bildiğin için Sezen Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı olarak bizzat vereceğim drifter =P Bitirmiş de bölümü ne olmuş kimileri, peh.
Benim de çok hoşuma gitmemişti aslında ama işte "yaşam" ve "yaşama gücü" dediğimiz şey zaten çok da matah olmadığı yahut da çok ciddiye alınması gereken belki de tam da bundan saçma olan bir şeyi, bu karmaşıklığı anlattığı için seviyorum. Hem bu tip bazı kelimeleri tekrar gündeme getirmek -yaşlanıyor muyuz ne?- hoşuma da gidiyor.
Çok güzel şarkı gerçekten, müzik de inanılmaz, genç Sezen'in yüzünde de tanıdık bir hava var, ah.