Kıskançlık. Eskiden izlediğim ve sevdiğimi düşündüğüm filmleri izlerken hissettiğim. Bazen zamanı, bazen gençliği. Bazen kendimden bile kendimi. Ve bazen de, Lars and the Real Girl gibi filmlerin özelinde, yazarı. Nancy Oliver’ı. Hakkında hiçbir şey bilmeden izlendiğinde harikaydı film. Olacaklar bilinerek izlendiğinde, daha harika.
Elbette benim kıskançlığım zararsız türden. “Eğer şöyle bir şey yazmış olsaydım, hayata geliş amacımı yerine getirebilmiş hissederdim” çeşnili. Çünkü yazarken ne kadar çok eğlendiğini tahmin edebiliyorum Nancy Oliver’ın. Ne kadar çok ağladığını, ne kadar çok düzelttiğini, ne kadar çok ulan abarttık mı acaba falan dediğini ve daha ne kadar çok şeyi abartabilirdim acaba diye hayıflandığını ve nihayetinde ne kadar da dozunda abarttığına kani olduğunu…
Söylem pek sevimsiz ama, demeden olmaz. Modern bi’ Don Kişot (ki filmde de romandan bir alıntı var, en sona koyacağım) anlatısı aslında Lars and the Real Girl.
–Yazının devamı film hakkında bilgi verebilir–
Öncelikle şurada da yazdığım gibi Don Kişot romanının özü, karakterin kendi yarattığı olaylara inanmasıyla başlar.
Lars da şişme kadının -Bianca’nın- Brezilya ve Danimarka kökenli sevgilisi olduğuna, pek başkalarıyla konuşmadığına, doğarken sakat kaldığına, tekerlekli sandalyesinin havaalanında çalındığına, dindar olmasından ötürü onunla aynı çatı altında kalamadığına, başka işlerde çalışmak istediğine, hasta olduğuna ve nihayetinde öldüğüne inanıyor.
(Oscar Wilde’ın her insan öldürür sevdiğini meselesine girmeyeceğiz, hayır, orası sizde.)
Lars’ın şişme kadınla Bianca’yla, yengesi ve abisinin kapısına dayandığında, anlatının Don Kişot’a evrileceğini kavrıyoruz. (Romanda da hatırlayalım Don Kişot hiç de güzel olmayan bir kadını güzel ve asil benimsemiş, sevgilisi olduğunu ve kendisini beklediğini iddia etmiş, buna inanmayanlarla kavgaya tutuşmuş, hatta ona fiyakalı bi’ isim bile uydurmuştur: Dulcinea.) İlk Sancho’su yengesi oluyor Lars’ın. Karin. Hamile. Hormonlar coş coş. Lars’a yardım edebilirse, kendisini iyi, hadi sizin hat’rınız için daha iyi, hissedeceğini biliyor. Karin’in bu davranışı bize tam da Sancho’nun Don Kişot’a yardım etmesinin altında yatan asıl motivasyonu hatırlatıyor: Kendisine vaad edilen ada. Elbette, Sancho da Don Kişot’un aslında yel değirmenlerine saldırdığını görüyor. Karin de karşısında besbelli bir şişme bebeğin oturduğunu görüyor. Ama her ikisi de -mış gibi yapmakta buluyor çareyi. Düzeltebileceğini, en azından deneyebileceğini ve bu uğurda kendisinin de bir -tırnak içinde söyleyelim ama koymayalım- çıkar elde edeceğini umarak.
Sonrasında yazar Nancy Oliver, Bianca’yı, beklenmiş ve bu defa nasılsa gelmiş Godot hâllerine bürüyor. Yengesi sayesinde bütün mahalle, SANKİ bütün kalpleriyle, o sıkıcı hayatlarından kurtulmak adına tam da Bianca gibi birini bekliyorlarmış gibi davranmaya başlıyor. Kuaförümüz plastik kızımızın saçlarını yapıyor, terzimiz kıyafetini dikiyor, öğretmenimiz öğrencilerin dikkatini çekmek adına Bianca’yı kullanıyor. Vesaire.
Yetmiyor. Yeter mi? Yazarımız durumdan, toplumun yapısından hâlâ rahatsız. Çünkü herkes -mış gibi yapmakta. Lars’ta da en ufak bir düzelme belirtisi yok. Nancy Oliver bu defa Kantçı ceketini giymekte buluyor çareyi. Çünkü Kant’a göre birey, iyilik yaptığı zamanlarda gülümsüyor, sırıtıyor, yahut o durum kişinin içini ısıtıyorsa, bu aslında onun ahlaksız olduğunu gösterir. Durumla paralel olarak yazar da, toplumun ancak Kantçı düşünüşü şiar edindiğinde hastalığından kurtulabileceğine işaret ediyor.
En başta Lars ve biraz da Karin için, -mış gibi yaparak Bianca’yı sahiplenen sosyete, sonradan Bianca’nın aslında basit bir şişme bebek olduğunu unutup, ahlaklıca, onu Lars’ın kız arkadaşı ve nihayetinde de “birey” olarak kabul ediyor. Bianca ile Lars kavgaya tutuşunca eller ağza gidiyor. Lars’ın durumunu en geç kabul edenlerden kardeşi Gus, elinde su dolu bir bardak ile Bianca’yı yatırmaya geliyor. Özür diliyor, kendi hatalarıyla yüzleşiyor. Bianca çok hastalanınca, Lars’ın annesinin arkadaşları evde yemekler yapıyor, öylece oturup, sessizce ve en önemlisi BERABER, Bianca’nın iyi olmasını bekliyorlar. Kendilerini mutlu etmek için değil, ÖYLE OLMASI GEREKTİĞİ için. Ancak bu şekilde davranırlarsa ödevlerini yerine getirebilmiş sayabilecekleri için vicdanlarında.
Bir süre sonra (çünkü film biraz ağır, şimdiki gibi dopamin bombasına boğulmuyorsunuz izlerken) siz de Lars’ın yaşadığı toplumda olduğu gibi Bianca’nın gerçek, sizin de gerçeğiniz olduğuna inanıyorsunuz. Elinizde şuncacık kıskançlık, hiçbir sekansı boşuna çekilmemiş bir film, harika yazılmış bir postmodernite, hiçbir gereksiz söz barındırmayan bir metin ve keşke ben yazsaydımlar kalıyor.
Söz verdiğimiz Don Kişot alıntısı ile bitirelim:
“Avuntuyu çayırlarda bir aşağı bir yukarı volta atmakta, ağaç kovukları ya da ince kumlara mısralar kazımakta buldu. Her biri hüznüyle örtüşüyor, kimi de Dulcinea’ya* methiyeler düzüyordu. Ama canını asıl acıtan, orada, kendinden başka, onu teskin edecek bir münzevinin bulunmuyor oluşuydu.”
*Don Kişot’un hayali sevgilisi.