Oysa her gün ölüyor. Bilinmeyen bi’ numara aradığında. Çoktandır görüşülmeyen biri ya da. Herhangi bir cevapsız aramada. İki veya daha fazlaysa… O kişi annemse hele. Hatta telefonla arıyorsa bile. Telefon uzaktaysa. Telefon elimdeyse. Bir korku… Telefonum herhangi BİRİ tarafından çaldırılıyorsa. Hep bir korku. Babamdan uzaktaysam. Yetişemeyeceksem. Bir yardımım olmayacaksa, tüm öteki ölenlerde olduğu gibi… Sürekli korku.
*
Yakındaysam. Araba ile hastaneye yetişmeye çalışırken kaza yapıp başka insanları da öldüreceksem o dalgınlıkla. Ambulansı takip ediyorsam, gözden kaçıracaksam ya da. Arabalar araya girecekse… Kan vermek gerektiğinde ortalarda görünemeyeceksem.
Viyuğğğnn-viyuğğğuuuunnn-viyuuuuğğğğğnn.
Geceleri Beşiktaş’ta isem, başka evler, sokaklarda…
Geceleri evdeysem ya da. Nefes almıyor gibiyse, ben ne yapacağım, çok yalnızım diye üzülüyorsam yatağımda. Gözlerim kızarıyorsa.
*
Belki de ölmeyecekse. Ya ölmesini istiyorsam? Ya en başından beri tek istediğim babamın ölmesiyse, ve bu gerçekleşmeye bu kadar yakınken orada olamamaktan korkuyorsam? Görememekten, emin olamamaktan… Açılın ben yıkayacağım babamı… Ölmüş… Verin. Ben toprak atacağım… Evet, evet bu olmalı, karışmış olamaz. Gömelim. Hemen.
*
Ya ölmesinden korkuyorsam. İstemiyorsam değil… Her şeyi halletmem gereksiniminden nefret ediyorsam… Sorumluluklarım artacaksa. Annem yalnız kaldığından daha çok vicdan azabı çekip evi bu defa hiç terk edemeyeceksem. Ya artık yazamayacaksam, ya artık nefes alamayacaksam? Ya sıranın bana geldiğinin göstergesi olacaksa bu… Ya ileride onun hastalığına ben de yakalanacaksam…
Ne kadar daha nefret edebileceğim herkes ve her şeyden?
*
Bu sümkürmeleri, bu erimeleri, bu çirkinliği, bu konuşamamayı, bu kanserimsiyi, bu KBB’yi, bu enfeksiyon ya da infeksiyonu, ışık-ışıl-ışını, Çapa ve öteki hastaneleri, özel ve devletleri, genç doktorları, yaşlı doktorları, “sen” diye hitap eden doktorları, sesimin onlarla konuşurken değiştiği doktorları, yalandan havalı, bilmiş, dinliyormuş, önemsiyormuş yapmalarımı, sürekli şakalı hâllerimi, bu zayıflığı, bu daha beter yabanıl olmuş babamı, depresyonu, ayılığı ve hırboluğu, bu bizden başkasına konuştuğu zamanlardaki tatlılığı, araba sevdasını, üçün beşin hesabını, başka meyveli mamaları nasıl bırakacağım?
Belki de yapılacak tek şey uyurken odasına girip yastıkla kafasına bastırmak. Belki de ölmesini beklemek değil, öldürmek.
Belki de intihar düşüncesini aklına sokmak. Bir sürü ilaçlar koymak şifonyere. Ya da bir silah. Dayım almıştı. (Bizimkiler satmış mıydı?)
İntiharlı filmlerden söz etmek ya da intihardan bahsetmek. (Arzu ve Erkan vardı hani intihar eden, laf lafı açmalı.)
*
Belki de korktuğum yalnızlığım. Öldüğünde sevdiklerimi yanımda bulamamak. Telefon açıp “Babam öldü” diye söyleyememek. Söyleyemeyeceğini bilmek. (İnsan nasıl söyler?) O süreci yalnız başına idare etmek zorunda kalmak.
*
Top top, cenin cenin olduğum takside, oturma odası koltuğunda, kimsenin bana sarılmadığı, sırtımı sıvazlamadığı gibi yine yalnız başıma, soğuk soğuk kalmak. Anlaşılamamak. Bütün bunları değil, yüzde birini bile anlatamamak ama hep suçlanmak. Hiçbir şeyin yetmemesi.
Seneler sonra yine, ailemden birinin hastalığı sevememelerime bahane… İmiş. Beni rahatlatıyor, imiş. İşime geliyor, imiş.
Verebilecek bir şeyimin kalıp kalmadığının pek de mühimsenmemesi? O ayrı mesele, bu ayrı..
Bırakılmalar, bırakılmasız bırakılmalar. Sevgisiz gözler, temassız sözler. Sapla saman. Elma ve armut. Sorabileceğim tek soru. İyi, tamam sor.
Sevmeler hep karşılıklı mı? Hep böyle mi olmalı? Biri o an için sevgisini biraz veremiyorsa, sevilmeyi hepten mi rafa kaldırmalı?