Bugün size entellektüel (evet, kim ne derse desin, iki l ile yazılır bu) bir yazı kaleme alacağım. Her zaman olduğu gibi türlü rastlantıların bir araya gelip beni bulduğu, çok da ilgi çekici gibi görünmeyen ama bi’ şekilde de okumaya devam edeceğiniz kısa bir öyküyle başlayacağım. Sonra üzülüp, “Üzerinde çalışıp eli yüzü düzgün bi’ öyküye mi dönüştürseydim şunları acaba?” diye hayıflanacağım. Yazının sonraki bölümünde ise -başlıktan da anlaşılacağı üzere- hemen herkesin sorunu olan bir konuya parmak basacağım. Daha sonra artık iş o basit öyküyü son kısma bağlamakta kalacak. Başlayalım.
***
Efendim, evvela söylemeliyim ki ben… Ben ne olduğumu tam bilmiyorum. Bazen dümdüz biriyim, bazen de fazla düşünceli. Bazen mantıklı, bazen duyguları coş coş. İnançlılara göre inançsız, inançsızlara göre inançlı. (Ocak ayından beri sıklıkla kullandığım, çok sevdiğim, canım Ahmet Arslan hocamın alıntısıdır bu, şuradaki otuz saniye içinde görülebilir.) İçe dönüklere göre dışa dönük, dışa dönüklere göre içe dönük, bazen utanma nedir bilmeyen, bazen başkalarının yerine utanan, evden çıkmak istemeyen çıkınca da girmek bilmeyen, daha çok çok uzatabileceğim ama uzatmayacağım (gördünüz mü ne yaptım burada =P), garip biriyim. İşin ilginci bu garipliklerimi seviyorum. Böyle olmayı kendim tercih etmiş olamam, bunun farkındayım. Yalnızca ilki ya da ikincisi olmamı engelleyen, hayatımın dönüm noktalarını da kestirebiliyorum. Ama bazen iyi ki de böyleyim diyorum. Çünkü bu türden hikâyeler ancak böyle olanların başına gelebiliyor.
***
İşten ayrılmaya karar verince İngiltere vizesi alayım diye düşünmüştüm. Hazır ayrılıyorken de uzaktan, serbest biçimde çalışabileceğim işlere bakınıyordum. Artık hangi algoritmadan süzülerek ellerine geçmişse geçmiş, Londra’da tam benlik bir iş başvur diye imlecimin altında bana göz kırpıyordu. Baktım ki İngiltere’de oturma izni şartı arıyorlar, Kısmet değilmiş, dedim. Vurmadım. Sonra bağladığım e-posta adresime bak bu iş tam sana göre olabilir, yeteneklerinle eşleşiyor he falan şeklinde bir bildirim geldi. Dedim, Ya beni mi seçecekler, kutucuğu işaretleyip başvuruyu gönderiverdim. Bir gün içinde olumlu dönüşler, efendim bustercığım siz olmazsanız biz n’aparızlar havada uçuşuyordu. Ben de tatil yapmayı kafaya koyduğum için, dedim, “Kusura bakmayın sayın kurumsal şirket, ben yeni ayrıldım, biraz tatil yapacağım.”
“Hayhay, siz ne zaman isterseniz sahip,” demesinler mi, abi dünya tersine mi döndü ne oluyor dedim. Biraz gezip tozdum, hâlâ peşimdeler. Dedim serbest meslek sonuçta, yap hadi. Verdikleri ilk vazifeyi güzelce tamamlamış olacağım ki beni Londra’daki genel merkeze çağırdılar. Uygun olduğunuz bir günde…………………… falan yazıyor. Kafayı yiyeceğim, ben mi kendimin farkında değilim, bunlar mı salak anlam veremiyorum. Sonunda böbreğim falan da gidebilir elden yani.
Yalan söylediğim, fena da olmayan bir para verdikleri için erteledikçe erteliyorum görüşmeyi. Babam hasta falan diyorum. (Ki gerçekten hasta.) Babamın durumu iyiye gitmedikçe, bunlar da tepemde olduğundan ve yalan da söylediğimden işler daha da berbat hâle gelmeden diyorum en iyisi müzikle yüzleşeyim =P (Yine yaptım, gördünüz müğğ?) Ne olacaksa olsun, bıktım yalanlardan. Ki bundan zamanında bahsetmiştik. Bahsetmemiş olduğumuz ise yalanların ortaya çıkma evresindeki iç sıkıntısı, bunaltılar ve bulantılar. Mide ve bağırsaklar. İkinci beynimizdir derler ya hani, öyle. Bulantı derken şaka etmiyordum. Bu durumda insan ne yapar? Hazırlanır, değil mi? Ben hazırlanmadım abi. Yok yani, neye hazırlanayım, dedim, “Bu yalan işine son vermeye gidiyorum ben, ne olursa olsun artık, bana ne.”
***
Son güne dek ne çevrimdışı harita indirdim, ne dönüş bileti aldım, ne tuttuğum otelin adresine baktım ne de yapacaklarımı planladım. Mal gibi oturup dizi-film izledim, bir şeyler sipariş ettim ve yerimden kımıldamadım. Sonra, her uçağa binişimde olduğu gibi -belki olur a- sonradan göremezsem diye görüşmeyi ertelediğim insanlarla konuştum. Derken, gitmeye yakın, eski sevgililerimden biri, Neden evlenmedin sence, diye yazdı bana. Aklıma ilk gelen cevabı yapışırdım:
“Zannediyorum benim beklentilerim, karşımdaki insanın kendinden beklentilerinden daha fazla.”
Sonra bunun sadece sevgililik için olmadığına, arkadaşlık, anne babalık, geri kalan her şey için de aynı olduğuna dair türlü laflar sıktım. Belki de o en başta bahsettiğim gariplikler kendimin kendimden beklentileri ve benim başkalarından beklediklerimle alakalıdır diye düşündüm. Belki de ben durmayı, hani gerilemeyi bırakın sevgili okur, yerinde saymayı, gelişmemeyi kabul edemeyen biriyimdir. Herkesler de yerinde saymayı pek güzel becerdiği ve bu yüzden de kimse ile pek görüşmediğim, hatta sevgili edinmek uğruna en ufak bi’ çaba dahi göstermediğim için (ne bileyim Instagram hesabı bile açmak bir şeydir mesela) bu hâldeydim ve bu hâlimden şimdilik mutluydum. Evet dedim, eski sevgili, demek senin bu alakasız zamanda beni yoklamanın nedeni, kendimi biraz daha anlamakmış belki. İçimden.
***
Sonra yutubda öğretmenken kendisinden inanılmaz şeyler öğrendiğim-sayesinde öğrettiğim, insan olarak da basbayağı sevdiğim, hâlâ bildirim geldikçe canlı derslerine katıldığım -bazen tek ben oluyorum, hehe- Benjamin’in son yüklediği videolardan birini izlemediğimi fark ettim: İngiltere ziyaretinizde gidebileceğiniz tiyatrolar. Tesadüf mü, tam emin değilim. (Algoritma da değil, kanalına gidip, kendim bulup izledim.) Bir anda doğruldum, adama, tekrar tekrar söylüyorum, insan olarak da bayıldığım için söylediği tiyatro sahnelerine dair notlar aldım. Şıkır şıkır gidemeyeceğimden açık hava sahnesinde bir oyun izlerim diye düşündüm. Belki yalanlarımı itiraf ettikten sonraki, o şanlı şerefli, aklanmış, günah çıkarılmış günün akşamı… (Bunu bi’ işaret kabul edip hemen sahnelenen oyunları araştırdığımı ve bilet aldığımı sanıyorsanız büyük bir yanılgı içindesiniz demektir, sevgili okur.)
***
Bir şekilde Londra’ya gidip, iyice yerleşip, parklarda üç beş turladıktan sonra ertesi gün erkenden uyandım. Yakışıklı sayılabilecek pantolon-gömleğimi giydim. Saçlarımın beyazlarına üzüldüm aynada. Elimle şöyle bi’ tarayıp, şakaklarımı kapadım. Soluğu ofiste aldım. Dedim, Şimdi siz bana nasıl harika olduğunuzdan bahsedeceksiniz büyük ihtimal ama beni dinleyin önce bi’, ben size yalan söyledim.
Durumu anlattım. Ağızları beş karış açık dinlediler. Herhâlde bu siktiğimin memleketinde herkes doğrucu Davut, diye geçirdim içimden. Yaaa işte üçüncü dünya ülkesi böyle kardeş falan filan, benim gibi yalancı insanlar da var. Onlar da refleks edinmiş olacaklar ki, “Efendim, sizin İngiltere’de yaşamak gibi bir isteğiniz varsa o hâlde biz yardımcı olama—”
“Yok hanımefendi, ben parasından ve uzaktan diye şey etmiştim.”
Bi’ anlık sessizlikte insanların da benim ne bok olduğumu ayırt edememiş olabileceklerini fark etmiş olacağım ki, aklıma ilk gelen şeyden, yani beklentiler ve o beklentilerin ne denli fazla olduğundan, insanların kapasitelerinden ve bunları nasıl da bile isteye baltalayabileceklerinden falan bahsettim.
Sessizlik.
O hâlde sizin için de sorun olmayacaksa iş başına şu kadardan çalışmaya devam edebilirsiniz dediler. Dedim hayhay.
Zaten allahın 17 derecelik yerinde terden sırılsıklamdım ve kusmamak için kendimi zor tutuyordum. İşin kötüsü, rolüme o kadar kaptırıyordum ki kendimi, kusmak üzere olduğumun farkında bile olamıyordum çoğu.
Tuvaletten çıkarken 170 boylarında, çocuğumsu, sapsarı ve bembeyaz birini gözlüklerini yıkarken buldum. Merhabalaştık. (Elbette ilk selamı o verdi, ben öğürtülerimden ötürü utanç içindeydim.)
Beyaz ışıkta iyice beliren şakaklarıma aynada bakmaya ve küfürler savurmaya devam ediyordum ki, bebek çocuk konuştu: “Sen yeni olmalısın, ben Luke, Avustralya’dan.”
Hayatınızda hiç Avustralyalı biri ile tanıştınız mı bilmiyorum sevgili okur ama bunlar dünyanın en güler yüzlü, en kötülük bilmez, en dost canlısı, en tatlı yaratıkları. Gerçekten. (Evet, genelliyorum.)
Ben de rahatlamış olacağım ki, “Ben de buster, ten rengimden şu anda anlaşılmasa da Türkiye’den,” gibi bir şey geveledim. Sanki Türklerin belli bir ten rengi varmış ve bu Luke çocuğu bunu biliyormuş gibi.
Ay çok güzel, falan dedikten sonra -aklım bir az önce söylediğim lafta kalmış olacak- iki saniyelik sessizlikte, hemen dünyanın en buster sözünü ettim: “Hintli falan değilim yani, sadece güneşte yani sahilde yandım.”
Dünyanın en tatlı, en cana yakın, en bilmem ne insanlarının bulunduğu yerden gelen birine salak bir beyaz İngiliz edasıyla şaka yapmanın ne yeriydi ne zamanı. Ama Luke güldü. Luke gülünce ben de sinirlerim boşalmış bi’ şekilde histerik kahkahalar atmaya durdum.
Luke da geleli bir ay olduğundan, yalnızlığın keyfini sürdüğünden ama sosyalleşmek adına bar bar gezen bir ekibe katılacağından bahsetti ayaküstü. Cuma günü. Gelmek ister miymişim? Lafa bak ya, ulan sen nereden çıktın karşıma be pasparlak, dilli düdük Luke. Gelirim elbette, zaten yapacak bir şeyim yok.
Kafa sallayarak “Jolly Good” dedim. Gene yarıldı bizimki.
***
Sabah kahvaltılarına bile şıkır şıkır inen, 70’lerinde iki kız kardeş ile meyve standında ikinci kez karşılaşınca muhabbete tutuştuk. Newcastle’dan buraya senede yalnızca iki kez ikişer günlüğüne geldiklerini, o günlerde de alışveriş yapıp, oyuna gittiklerini söylediler. Dedim Benjamin’i tanıyor musunuz, yok dediler. (Saçmalamayın canım okur, o kadar da değil, ama aklımdan geçmedi değil hani, verdiğim cevapların iki ve iki kez olduğu düşünülürse yani.)
Avrupa’nın öteki şehirlerinden farklı olarak Londra epey büyük diyebilirim. Yürüyerek bir yerden bir yere gitmek hem çok zor, hem de yol yok. Devasa parkları olmasına rağmen yalnızca yayalara ayrılmış meydanlar falan hak getire. İlk gün ayaklarıma kara sular inince ve pek de bir yere gidemeyince ayırdına vardım. Akılsız baş, atalarımız, ayaklar. Dedim şu ekip nereden başlıyormuş bir göreyim de geç kalmayayım. (Düşünceli ceketimi giymiştim topyekûn.)
Tüpten çıkıp soluma doğru gittim ki bizim Benjamin, 70’li yaşlarındaki şıkır şıkır teyzeler belirdi gözümün önünde. Hadestown. Oyun. Tiyatro. Bu sefer bu bi’ işaret olmalı diye düşündüm. (Hemen gidip bilet aldığımı sanıyorsanız yine yanılıyor ve beni hiç tanımıyorsunuz demektir sevgili okur.)
***
Yeri kafamda bellememin arından bar gezmeleri adına akşam Luke ile başlangıç noktasında buluştuk. Yine bir şekilde neler yapıyorsun ya da yaptına geldi muhabbet. Dedim işte Charles Dickens müzesi, balık patates, o bu ve…. Hintliler, geçiyor zaman. Yine yarıldı bizimki. Gözlük camlarını sildi.
“Oyuna falan gittin mi?”
Benjamin, 70’lik şıkır şıkır teyzeler, meyve sırası, yalanlar, ulan bu elin Avustralyalısı ile ben ne ara kanka oldumlar geçti peş peşe zihnimden.
“Yok, ama Benjamin ve teyzel— Neyse, Hadestown’ın afişini gördüm. En sevdiğim tanrıdır Hades benim. Belki onu görmeye giderim.”
“Gitmelisin, ama kesinlikle arkalara oturma, Hades’e bayılacaksın bence,” dedi.
Keşke böyle demeseydin, şimdi beklentim yükseldi, dedim. Çünkü beklentilerle ilgili sorunlarım var. Görüyorsun ya, şimdi benim senden beklentilerim… Gerçi sen de çok iyisin be, bunu senin için diyemem, ama genel olarak insanlardan beklentim……
***
Ertesi gün kapıdaki 59 yaşındaki görevli Steve ile kanka olmamın ardından paraya kıyıp, kendime güzel bir yer ayırttım. Steve her gelene aynı şakayı yapan, müzikali (bir dakika, müzikal mi?) iki kez izlediğini söyleyen ve bana kalırsa iyi de bir aktör olma potansiyeli barındıran tiyatro çalışanıydı.
Evet, şimdiye kadar anlamış olacağınız üzere sevgili okur ben….. Gerçi bu sefer tamamlayabiliriz, ben kendimi akıntıya bırakan, biraz içinden geldiği gibi davranan/yaşayan, planlar yaptığında bunaltılar ve bulantılar geçiren bir insanım. Benjamin, 70’lerindeki şıkır şıkır teyze ve Luke (ve hatta Steve) beni bu kazana düşürdü ise artık yapacak bir şeyim kalmamış demektir diye geçirdim içimden. Ama ben müzikal insanı mıyım ki? Müzikallere dair blog’da bile tek bulabildiğim yazı -ki aslında yazı değil- şu girinin fotoğrafı. La La Land’in en sevdiğim sahnesi. Belki de dedim budur yani olması gereken başlangıç adına…
***
Girişteki sırada (evet sevgili okur, sokaklara taşan sıra gibi düşün, sanki futbol maçı kuyruğu) oyunu ikinci kez izlemeye gelen iki insanın konuşmasına kesildim. Hermes’i o kişinin (artık kimse) oynadığına inanamıyor, André De Shields’in yerinin nasıl doldurulacağını düşünüyor, oyunun sonunda ise “garip” gözükmemek adına nasıl da göz yaşlarına hâkim olmaya çalıştığını öteki pek az konuşan kıza aktarıyordu. Ben ise saçlarımın beyazlarını saklamaya çalışıyordum.
Steve’i görüp merhabalaştım, yerimde beklemeye geçtim. Hermes’in Kharon (Charon) ile oyunda biraz karışmasını yadırgadım. Gayet ön yargılı biçimde Netflix seçmesi kadrodan bakalım neler çıkacak diye başladığım oyunu o çok konuşan kız gibi -ama ondan farklı olarak hiç de umursamadan- zırıldaya zırıldaya bitirdim.
***
Hadestown’ın konusu çok bildiğimiz Orfeus (Orfe ya da Orpheus) ile Evridiki’nin (Eurydice) hikâyesi idi. Hani canım bizim Orfe sanata sepete dalar da, unutur ya Eurydice’ı, sonra peşinden gider yeraltına sevdiğini almak için, Hades ise şart koşar aşkını test etmek adına, Madem öyle, kendi başına gidecek ve arkana bir kez bile dönüp bakmayacaksın der Orpehus’a. Dönersen kız benimle kalır, dönmezsen senindir. (Belki şiir tanıdık gelmiştir.) Bizimki de geliyor mu gelmiyor mu bilmez, bir döner, bum, takip ediyordur Eurydice onu, ve sonsuza dek yeraltında kalır kendi yüzünden sevdiği. Hatta çoooooook da güzel bir oyunda (yine adı Hades, dünyanın en iyisi adeta) çok da güzel bir şarkı yazılmıştır ağzından, tüm bu olan biteni anlatan.
(Sevenler için It’s in the Blood da bir o kadar iyidir. Amaaan, vermişken şu da olmasın mı be? Kardeşim ben hikâyeyi tam anlamadım diyenleri ise şöyle alalım.)
***
Öncelikle Anaïs Mitchell’ın hakkını bu güzel uyarlamayı, henüz 20’li yaşlarındayken yaptığı için canı gönülden teslim etmeliyim. Hem 25’inde oyunu yazacaksın, 29’unda albümünü yapacaksın, hâlâ YouTube kanalın 10 bin kişiden oluşacak bunlar akıl alır işler değil. İnanılmaz yetenekli ve inanılmaz kıskandığım insanlar listesine tepeden giriş yaptı kendisi. (İyi ki zamanında tanışmamışız küt diye âşık olabilirdim.)
Buna rağmen, oyunu Londra’da izlediğim, belki İngiliz müzikleri ve müzisyenleri ile büyüdüğüm, belki de oyuna kanlı canlı, ön sıralardan şahit olduğum için, müzikalin İngiliz İngilizcesine çok çok çok daha uyduğunu belirtmeliyim. Zachary James’in dünyaya Hades olmak için geldiğini, daha demin adını bilerek vermekten kaçındığım Melanie La Barrie’nin Hermes rolünde, o muhteşem -Trinidad Tobago- aksanıyla döktürdüğünü, Dónal Finn, Grace Hodgett Young (ikisine de âşık olmamak elde değil) ve Gloria Onitiri’in harikalar yarattığını belirtmeliyim. Bella Brown, Madeline Charlemagne ve Allie Daniel’ı ayakta alkışlamaktan ileri gidemediğimden oyuncu seçim ekibine binlerce kez teşekkür etmeli, Benjamin, 70’lerindeki şıkır şıkır teyzeler ve Luke’u ise bir kez daha anmalıyım.
***
Oyun her zaman, elimizde olmadan tekrarlanacak olan şu ayrıntıyla bitiyor: Biz bu hikâyeyi biliyoruz.
Bunu yaşadık, yaşıyoruz. Aşklar bitiyor. Yeniden başlıyor. Benzer olsa da aynı değil. Tıpkı oyunun sonraki seansta yeniden başladığı/başlayacağı ve tam manasıyla ve hiçbir zaman aynı olmayacağı gibi.
Tıpkı nasıl biteceğini içten içe bilmemize rağmen, yeniden biraz biraz kırık, biraz biraz çekinik, biraz biraz da beyazlamış saçlarla bi’ başkasını seveceğimize dair fikirlerimizin/umudumuzun olması gibi.
İsteklerimizin ölene dek süreceğini, bu arayışın son nefesimizi verene dek devam edeceğini bildiğimiz gibi. Ve çoğu zaman da, bile isteye bu aşkı kimi zaman sanatla uğraşarak, kimi zaman döndüğümüzde onu eski yerinde bulamayacağımızı bildiğimizden manipüle ederek yaşayacağımız ama son kez de olsa, ona şöyle bir dönüp bakmak, belki son kez de olsa mesaj atmaktan kendimizi alıkoyamayacağımız gibi.
Bazen aşkın devamı için ona kavuşamama fikrinin bilinçdışımızda yer etmesi, gerçekleşen rüya artık kâbustur ile, bazen de tüm rastlantıların seni bir oyuna götürmesiyle mevcut olabilir ancak. Bu yüzden sonunda kavuşulacak/kavuşulması istenen filmler izlemeye, güzel aşklara öykünmeye, bir hayale ve bu hayal ile ölmeye mahkûm olmamızdır mesele. Çünkü alakalı-alakasız zamanlarda aynada beliren beyazlar, sen göremesen de her daim oradadır. Kireç ışıklarının ardında ve belki de bi’ minik serçenin dilinde saklıdır:
“Hiiiiiiç yara almadan, aynadan, geçemezsin.”
bu yorum yapma şeysi değişikmiş, halbuki yazıyı yarıya kadar karanlık modda okuduktan sonra köşedeki butona tıklayıp aydınlık moda geçmeyi pek sevmiştim. neyse bu yazı, öykü, hatıra, anlatı (hepsi olur ne sakıncası var) çok hoşuma gitti. orpheus’un hikayesine dair de, bile isteye dönüp baktığı, “kaybetmek istediği”ne dair bir yorum okumuştum kitabın tekinde. bulamadım sonra belki yine rastlar, hoşuma gitmişti sanırım en “mantıklı” açıklaması da buydu.
hahhaha sevgili Lizzy, hoş geldin. Bu ne güzel yorum, teşekkür ederim beğenmene sevindim.
Bana kalırsa Hades bu görevi zaten yerine getiremeyeceğini bildiği birine verdi. Belki de Eurydice’a ne olduğunu/olacağını göstermek istedi. Yine aynı şekilde Orpehus için sanatın, Hades için ise kendi adının devam etmesi anlamına gelecekti. Birçok farklı şekilde okunabilecek bir hikâye gerçekten. Bilinçdışında tüm bunları zaten zaten zaten biliyor olması da olabilir yazdığım/yazdığın gibi.
Not: Yazıda ekleyecek yer bulamadım ama Orpheus sendromu denen bir nane de varmış. Yücelttiği (âşık olduğu) kişilere yalnızca yaratıcı (ya da sözde yaratıcı) yeteneğine fayda sağladığından duyulan abartılı bir duygusal bağımlılığı tanımlıyormuş.
yazmayı unutmuşum bir de, “hades en sevdiğim tanrıdır” kısmına büyükçe gülümsedim, çünkü benim de öyleydi. herkül çizgi filmi vardı, disney’in sanırım, hatırlar mısın, bilir misin bilmem, atv’de yayınlanırdı ben küçükken. hades’i orada tanıyıp çok sevmiştim. saçları alev alev yanardı hahah
Orpheus sendromunu merak ettim, aldatılma paranoyası da yazıyor ilk aramalarda, biraz daha eşeleyeyim.
Çok iyi oldu yazdığın çünkü ben de en sonda yazacağım şeyi yazmak için ilk yazdığım yorumu düzenleyecektim.
Hades’i bilmem mi ya, elbette en sevdiğim üçüncü Disney kötü adamıdır. Scar ve Frollo’dan sonra. Kingdom Hearts diye bir oyunun epey fan’ı olduğumdan ve o oyunda disney çizgi filmlerinde zaman yolculuğu yaptığımızdan, seslendirmeninden başka tüm gereksiz saçma detaylarına dek hepsine hakimim hala, ama…
Ama, benim sevgim o karakterden ötürü değil, epey araştırarak, eşek kadar olduktan sonra edinilmiş bir sevgi. (Hatta yazıda belirtmedim ama bizim bebe luke “bir insanın en sevdiği Tanrı da Hades olamaz abi” falan dedi bana hahahaha.) Hades bence tam da tanınınca çok sevilecek cinsten bir herif.
Neyse, aklıma gelen ise şu, yine kendime paye çıkarmak gibi olacak ama olsun: Bence Hades de benim gibi düşünüyor idi pazarlık yaptığı insanlarla. (“Zannediyorum benim beklentilerim, karşımdaki insanın kendinden beklentilerinden daha fazla.”) Bir kez olsun yanılmayı istese de yanılamıyor, ve belki de Tanrı olmasının bedelini ödüyor. Bu şekilde de okunabilir gibi geliyor Hades’in pazarlığı bana.
Not: Bence günümüzde yazma ya da sanat ile uğraşanlar olarak bu Orpheus kompleksine öyle ya da böyle yakalanmış olabiliriz.