Eski işimde, şirkete yeni başlayanların cevaplaması gereken bazı sorular vardı. Bunlar, yenilerle eskilerin kaynaşmasına yardımcı olacak türden, birtakım “en” sorularıydı. En sevdiğiniz yemek, şehir hatta film nedir gibi. İçinden istediğiniz beş taneyi seçip yanıt veriyordunuz. Benim giriş tarihimden sonra bu uygulamaya geçildiğinden aynı sorular bana sorulacak olsa nasıl cevaplardım diye düşünüp dururdum hep. (Hatta belki o beş soruyu seçmek bile küçük çaplı bi’ krize neden olabilirdi benim için.) Çünkü hiçbir enim yok yahut çok fazla enim var. En sevdiğim filmden emin değilim ama en çok izlediğim filmi söyleyebilirim ya da en çok ağladığım ya da güldüğüm. Ama bunların hiçbiri bana kalırsa onları en sevdiğim film yapmaya yetmez. Her biri kendi alanında, başka başka en’ler çünki.
***
Başlıkta geçen filmi izlediğimde henüz ergendim. Filmin gerçekçiliği (Frankie’nin gerçekçiliği) karşısında dehşete düşmüş, hemen “en” sevdiğim filmlerden bellemiştim kendisini. O dönemden sonra sevgilim olmuş, gerçekten film izlemeyi sevdiğini düşündüğüm insanlara biraz zorla da olsa (filmin puanları ortalama olduğundan) izletmiş, ben de onlarla izlerken her defasında başka, o zamana dek fark etmediğim bir güzellik yakalamıştım.
Biraz önce (gerçi bu yazıyı ne zaman yayımlayacağım bilmiyorum ama) tekrar izlediğimde bu 30 hatta 40’larında daha fazla anlam kazanacak sahnelerin dimağımda nasıl da yer ettiğini görünce şaşırıp kaldım. Al Pacino yine harikaydı (kendisi hakkında bu blogda çokça konuştuğum için daha fazla uzatmıyorum, isteyenler etikete tıklayabilir) ama oynadığı karakterin 2024’ten bakıldığında bana çok da sevimli/anlayışlı gelmediğini söylemeliyim. Ama Frankie yani Michelle Pfeiffer… Harikulade, çok çok berrak. Güzel olduğu için zamanında hakir görülse de inanılmaz iyi, her role/karaktere girebilen bir oyuncu. Bu filmde ise dök-tü-rü-yor.
***
Frankie and Johnny in the Clair de Lune diye sahnelenen oyunun yazarı Terrence McNally (toprağı bol olsun) oyunu Pfeiffer’dan daha çirkin diyebileceğimiz Kathy Bates ve yine Al Pacino’dan çirkin diyebileceğimiz F. Murray Abraham’ı düşünerek kaleme almış. İnsanların o zaman ve belki de hâlâ anlamadığı şey güzelliğin yalnız hissetmekle, yalnız olmakla, yılgınlık ve bıkmışlıkla pek bir alakası olmadığı. Hatta bu bile biraz -internet diliyle söylemek gerekirse- faşizme giriyor:
Güzel insanlar yalnız olamaz, güzel insanlar düşünceli olamaz, güzel insanlar başarısız olamaz fikri günümüzde de hayli baskın. Film uyarlaması oyundan daha farklı olduğu için rahatlıkla söyleyebiliriz ki yazar Terrence McNally’nin dehası tam da bu noktada vuku buluyor. Çünkü çirkin/şişman -artık hangi politik doğru olmayan terimi kullanacaksanız kullanın- birinin yalnızlığı ilgi çekici değil, farklı değil. İnsanlar zaten zaten zaten, çok üzgünüm ama, çirkin birinin yalnız olabileceğini söyleşiyi gerçekleştiren gazetecinin yaptığı gibi ta en baştan kabul ediyor. Onlar için gerçeklik bu kadar kesin çizgilerle belli. Onlar “en”lerinin çok çok farkında olanlar. Ama güzel birinin bir şekilde garson kalmasını, paraya ihtiyacı olmasını, liseyi bitir(e)memesini, ilişkilerden kaçar hâle gelmesini ne acıdır ki kabullenemiyorlar. Onlara göre güzel olursan, azıcık da olsa düşünmezsin ve düşünmeyeceğin için de mutlusundur ve zaten sana kapılar açılır.
Pek tabii ki böylesi düşün(me)mekte özgürüz. Ama buna rağmen işlerin istenildiği gibi gitmemesi de son derece olası. McNally de bizlere bunu anlatmaya çalışıyor. Ve Pfeiffer kariyerinin en iyi oyunculuğunu (en iyi yazılmış karakterlerden biri olduğu için belki de) sergiliyor. Frankie’nin kırıklarını, vazgeçmişliğini, geldi-gider akıllılığını gözler önüne seriyor ve metinde Johnny’ye kıyasla daha “karakter” kalabiliyor.
Bilmemkaçıncı kez izleyişimden sonra rahatlıkla dile getirebilirim ki büyük bir Al Pacino hayranı olsam da bu film Johnny’nin değil, Frankie’nin filmi. Al Pacino’nun değil Michelle Pfeiffer’ın filmi. Ve hemen her sahnesinde keşke ben böyle bir karakter kaleme alabilseydim diyen, yazmaya çalışan insanların filmi. Ve belki biraz da daha bebek iken bu işlerden anladığının işaretlerini bana veren, güzel sonlara biten küçük buster’ın en filmlerinden biri.
Bugün izlemeye başladım..:)
Umarım beklentileri yükseltmemişimdir ve sevmişsindir hahahah
Mystic Pizza’yı İzlemiş miydin? O film de çok tatlı gelir bana..:)
Evet, belki onu da yeniden izleme zamanı gelmiştir her şey gibi =)