İnsan kendini nasıl disipline edebilir hiç bilmiyorum. Zannediyorum herkesin başka yöntemi var. Ama ben aklımda yapmam gereken bir iş varken, onu yapmadıkça adeta doğru düzgün yaşayamıyorum. Evi silip süpürmüyor, dışarı çıkmıyor, duş almıyor, yemek yapmıyor, dışarıdan bile öleyazmadığım sürece bir şeyler söylemiyorum. Koltukta oturup öylece düşünüyor, ana göreve giden diğer “yan görevleri” (başka hikâyeler dinlemek/izlemek/okumak) icra ediyor, en sonunda dayanmayıp şu anda olduğu gibi klavyeyi tıngırdattığım andan son noktayı koyana dek kıvrandıkça kıvranıyorum. Çünkü pek sevdiğim arkadaşım Raymond’ın dediği gibi “hayatta olduğu gibi yazarken de özensiz” davranmak istemiyorum.
*
Yaklaşık bir aydır işsizim ve bizimkilere durumu daha dün söyleyebildim. Babamın ameliyat süreçleri, en yakın arkadaşlarımın evlenmesi, onlar ve de bunlar derken bugünlere kadar kaldı mevzu. Ve elbette tatil planlarım da. Oysa, kimsesiz çıkacağım bu tatilde, bilgisayarımı da yanıma alıp o koy senin bu koy benim dolaşırken bir dosya oluşturacak ya da en azından taslak elde edecek kadar yazacak ve kafamı toparlayacaktım. Sonunda asıl yapmak istediğimi düşündüğüm şeylerin yanı sıra, döndüğümde, belki artık evi de silip süpürebilecek, yeni tarifler deneyecek, insanlarla buluşacak ve hatta bi’ sevgili bile yapacaktım kendime… Derken derken uyuyamamaya başladım.
İçki içmeden ya da melatonine düşmeden 2-3 aydır 4 saatten fazla uyuyabildiğimi anımsayamıyorum. Önceleri yapacağım işlerin heyecanından kaynaklandığını sandığım bu insomnia ataklarının altında yatan nedeni istifa ettiğimi bizimkilere söylediğim günün hemen ertesinde, içkisiz ve melatoninsiz uyuyakaldığım günün sabahında, çok sevdiğim (Eren’e selamlar =P) bir diğer arkadaşım olan Sigmund’ın yardımlarıyla kavrayabildim.
*
Rüyamda babamla bir gemideyiz, seyahate nedense o da dahil olmuş. Çok çaktırmaya çalışmasam da “ne alaka şimdi” gibi bir hâl mevcut üzerimde. Bilgisayarıma bir şeyler yazarken daha güzel ve daha efil efil bir yerin boşaldığını görüyoruz. Diyor ki bana, Hadi şuraya geçelim. Koşup kapıyor önden yeri. Ben de çantalar onlar bunlarla, bilgisayarı kapamadan (herhalde çok önemli olduğunu düşündüğüm bir kısmı yazıyorum o anda) babamın olduğu yere geçerken bilgisayarı düşürüyorum. Çıkan sesten pert olduğunu hissediyorum ama yine de gözlerimi bir an için kapayıp sonra açarsam belki de bir şey olmamış olacağına inanıyorum. İnanmak yetmiyor tabii.
Bilgisayar açık olduğundan camı kırılmış, klavye de içe doğru göçmüş, çalışmıyor. Babam ruh gibi, sanki benden başkası onu görmüyor. N’olur bir şey söyleme, diyorum ona. Nasılsa, ağzını açmıyor. Tuzla buz olmuş bilgisayarı çantama tıkıştırmaya çalışıyorum ama şekil şemail bozulduğundan ağzı kapanmıyor. Bir anda doğduğum evde alıyorum soluğu. Babam ortada gözükmüyor. Evde yatağa yatıp, Anne, anne, diye zırıldıyorum. Annem duymasına rağmen yanıma çok çok sonra geliyor. O geldiğinde artık ona ihtiyacım olmadığını anlıyor ve nefes nefese uyanıyorum.
*
Birçoklarına göre hayli sıradan sayılabilecek bu rüya (kâbus) aslında pek çok şey söylüyor bana. Sigmund arkadaşımın bolca bahsettiği fenomenler de mevcut.
Bilgisayarın kırılması: Yapmayı istediğim şeyin sembolü. Kırılması, bu hedefte başarılı olamama korkusundan duyulan anksiyetenin dışa vurumu. Yaratıcı ya da üretken olma yeteneğimin körelmesine karşı duyulan endişe.
Baba: Aslında orada yok ama her zaman ve her daim orada. Otorite figürü. Boynun kıldan ince olduğu, sürekli yarıştığın ve geçmeyi istediğin büyük penis istesen de istemesen de ruhen orada, aklının bir köşesinde, bilinçdışında. Her zaman seni sınavlara sokacak, her zaman “daha iyi” olmanı isteyecek ve her zaman yetersiz hissedeceğin kişi seni hiçbir zaman tam anlamıyla terk etmeyecek. (Benim nazarımda) hastalığından ölse bile.
Ya da yazmayı bırakmayacağım için babayı, edebiyat camiasında sözü geçen “babalar” (yayımcılar) gibi algılayabiliriz.
Susması ve kaybolması: Bir şekilde ona söz geçirebilmem, iş özelinde onu dinlemeyip istifa edebilmem şeklinde açıklanabilir. Eve geldiğimde ortadan kaybolması ben zaten bu işi de başaramayacağını biliyordum, ben demiştim sendromunu ortaya koyuyor. Babanın onayı alınmadan yapılan işlerdeki huzursuzluk hissi, aynı zamanda güvensizlik ve iletişimsizlik.
Ya da az önce açıkladığım şekilde baba, yazılarımı onaylatmam gereken yayımcılar olabilir. Bu durumda da, hemen her öykü bitirişimde yaşadığım yayımlanmama stresinin, yetersiz ve değersiz hissetme psikozunun, beğenilmeme korkusunun dışa vurumu şeklinde tezahür ediyor olabilir. Eve döndüğümde zaten yoklar, çünkü orada yaşamıyorlar.
Bilgisayarı çantaya koymaya çalışmak ama doğru düzgün sığmaması: Hem pozitif hem negatif algılanabilir. Pozitif açıdan bakıldığında, artık yazacak şeylerin içte saklanamaması, gizlenememesi ve bir şekilde (ama döke saça) açığa çıkacak olması. (Evin nihayet temizlenecek olması =P)
Negatif tarafta ise öykülerim yayımlanmadığında ya da bu süreç içinde kalem kıpırdatmadığımda tıpkı istifa ettiğim zamanda olduğu gibi bu “başarısızlığın” da bir şekilde bir süre saklanacak olmasını öngörebiliriz.
Anneye ağlama ve yanıma gelmemesi: Geçtiğimiz yazıda da bahsettiğim şefkat arayışımın tezahürü, ZHU’nun deyişi ile Hometown Girl arayışımı temsil ettiği şeklinde okunabilir. İhtiyaç duyduğum zamanlarda yalnız kalışımın eseri.
Uyanış: Bilincin buna artık dur demesi.
*
Duyuru: Artık Medium‘da da yazıyorum. Önceleri İngilizce mi yazsam, o mu bu mu diye ertelediğim duruma bir nokta koyup bu yazı ile başladım. Siz de oradaysanız karşılıklı takipleşebiliriz. Eski yazılarımı ve yazdıkça yeni yazılarımı da oraya eklemeyi düşünüyorum, ama henüz hâlâ düşünüyorum. Evi bir silip süpüreyim de, bakacağız duruma hahahaha.
Not: Şuraya da yalandan tıklarsanız belki bir hareketlendirme yaşarız =P
Benden de selamlar:)) Sigmund ile çok sık görüşmediğinizi tahmin ediyorum:)) şahane bir yazı olmuş, bayıldım eline sağlık… medium’da ilk takipçin oldum bu arada:)
Hhahaha teşekkür ederim. Böyle kaliteli övgü aldığımıza göre biraz da bilinçdışımıza teşekkür etmemiz gerekli herhalde, yazı için ben pek bir şey yapmadım gibi çünkü =PP Ben de seni takip ettim.