(Bu yazı Bulgaristan ile oynadığımız Dünya Şampiyonası Çeyrek Final Maçı sırasında yazılmıştır.)
(Ekleme: Yazıyı bitirene dek yarı finale çıktık.)
Aşk ile sevda arasında çok güzel bir nüans var, bayılıyorum. Çünkü hiçbir sevda kolay kolay yeşermiyor. Şairin** de dediği gibi sevdayı büyütmek için zaman gerekiyor, aşk gerekiyor, emek gerekiyor. İlk sevdiğiniz o kitabı hatırlıyor musunuz ya da o filmi? Hani o gün neredeyse uyuyamamıştınız coşkun hâlleriniz yüzünden, iç organlarınız size küçük sürprizler yapmıştı ve siz de yazar/yönetmen ile alakalı tüm bilgileri toplamış, öteki filmleri de izlemeye (kitapları okumaya) koyulmuş, her seferinde başka türlü bir haz almıştınız. O size başka seveceğiniz, anlamlar yükleyebileceğiniz kapıları aralamıştı. İşte o aşkı sevdaya dönüştürmeye, o sevdayı da büyütmeye yönelik ilk adımlarınızdı bütün bunlar.
*
Bu bloga sporla alakalı neredeyse hiçbir şey yazmadım. Bu bir süre önce bilinçli bir tercihti. Çünkü bazı spor blogu ya da sayfalarında sürtüyor, keyfime göre yazılar kaleme alıyordum. Futbolla bağımı bilinçli bir şekilde kopardım. Kopan gürültü ve patırtı (sanırım yaygara demek daha doğru), abartılı yorumlar, herkesin bir fikrinin olması başımı ağrıtıyordu. Pandemi sayesinde basketbola geri döndüm. Tenis ve voleybol da anne tarafından aktarılagelmiş, bir şekilde hep takip edilmiş, handiyse, aile sporlarındandı.
Aslında tam da burada şunu da açıklamak gerekli ki, benim takip etmem ya da herhangi bir şeye ilgi duymam öteki insanlardan biraz daha farklı şekilde ilerliyor. Çünkü başladım mı hemen her maçı sanki bir gözlemciymişim ya da o sporun yorumcusuymuşum edasıyla, bu işten para kazanıyormuşum gibi büyük bir dikkat ve özenle izliyor/takip ediyorum. Bu da tahmin edebileceğiniz gibi çok zorlu, yorucu bir süreç. O yüzden kendime bazı konularda kısıtlamalar getirerek ilerliyorum. Edebiyatta öykü ve şiirler, filmlerde öyküsü güzeller, dizilerde fazla uzatmayanlardan başlıyorum örneğin. Aslında baktığımız zaman hepsinde bir “hikâye” arayışı, anlatı özlemi mevcut. Sporda da bu böyle. Bazen oyunun mental tarafı (tenis), bazen kendisi (basketbol), bazen müsabakanın düzenlendiği şehirler (bisiklet) çekiyor ilgimi.
*
Yazının başlığına dönecek olursak (zahmet oldu buster kardeşim) voleybola ilgim ilk atılım yaptığımız 2003 Avrupa Şampiyonası ile başladı. Şu son dört-beş seneye kadar da voleyboldan zere anlamadığımı, yalnızca belki milli duygularla, daha centilmen bir spor olduğu için, genelde de -söylemeye dilim varmıyor ama- kadınlara destek olmak ve başardıklarıyla gurur duymak adına izliyordum. (Erkek takımımızın bu sene yaptığı atılımı da takip ediyor ve onları da çok seviyorum.)
Ama yine de bir şeyler eksikti benim adıma. Çünkü oyunu tam olarak bilmiyor, kavrayamıyordum. Oyunu bildiğim sporlarda hiçbir zaman en skorer oyuncu favorim olmamıştı sözgelimi. Ama voleybolda smaç yapıp sayı alabilen güçlüleri seviyor, daha doğrusu sevdiğimi düşünüyor, ve hatta ZATEN sevilmeye değer ancak ve ancak onların olabileceğini varsayıyordum. Sonra sonra, kazın ayağının pek öyle olmadığını voleybolu hem oynayıp hem de bana yaraşır şekilde “ciddi” izlemeye başlayınca anladım.
Voleybolu sevmemde, oyuna dair sevdayı büyütmemde oyun kurucular (setter) ve onların ne çok iş yaptığı, neredeyse dişlinin ana parçası olduğunu ayırt etmem büyük rol oynadı. Önce Naz Aydemir, sonra sonra Cansu Özbay, en son şampiyon olduğumuz Milletler Liginde de Elif Şahin beni bu spora bağladı. Çünkü oyun kurucular olmasa orta oyuncular yalnız, liberolar küskün, smaçör ve pasör çaprazları ise istedikleri topları alamadıklarından neredeyse işsiz kalırdı. İşte bütün bu savunmada blok için her yere yetişmeler, hücumda takımın işlemesini sağlamalardı beni kendilerine ve spora bağlayan.
*
19 Yaş Altı Dünya Şampiyonasına katılan takımımızın yanı sıra, gelecekte adını sıkça duyacağımız potansiyel pasörleri izlemek için de geçiyorum YouTube‘un başına. Japon takımından Niina Kumagai, ABD’den Charlie Fuerbringer, İtalya’dan Ilaria Batte derken milli takımımızın pasörü Dilay Özdemir tüm tarafsızlığımla çarpıyor gözüme. Oyuna etkisi ise inanılmaz. Elif ile aynı kulüp takımında oynamasının ona kattıklarını görüyor, gelecek için umutlanıyorum. Hem voleybolcu aileden geliyor, hem inanılmaz yetenekli, hem de savunmada uzun boyu sayesinde bloklarda yardımcı. Daha ne olsun yahu! (Biraz daha hızlanması ve güçlenmesi dileğiyle de diyelim hemen =PP.)
Yazının tam bu kısımda yarı finale çıkmamız vesilesiyle takımda ismini zikretmeden geçemeyeceğimiz oyuncularımız ise şöyle: Çeyrek final maçına damgasını vuran süper solak Beren Yeşilırmak, neredeyse beklenmedik şekilde zorlu geçen son 16 turunun yıldızı, servis atmadan önceki ritüellerine bayıldığım Liza Safronova, takım kaptanı Eylül Durgun, savunma sigortası Begüm Kaçmaz ve liberomuz İlayda Naz Gergef.
Son olarak (aslında tam demek istediğim last but not least), aslında bu biraz jenerasyonla alakalı olsa da, bu ekibin oyunu hem ciddiye almasına hem de eğlenebilmesine müthiş gıpta ediyor, ve elbette takdir ediyorum. Geriye düşse de mental açıdan sağlam kalmalarına, birbirlerini suçlamamalarına, sinirli gözükmeden de ciddi olunabileceğini göstermelerine bi-ti-yo-rum.
Danslarınız hiç bitmesin, maç sonu fotoğraflarınız hiç eksik olmasın kızlar!
Yarı final ve hatta finalde şimdiden başarılar!
Adınızdan daha çok söz ettirebilmeniz dileğiyle.
*Vallahi benim bir suçum yok duyar tayfa, İngilizcesinde de girls ve boys diye söylüyorlar.
**