Bunu kendime niye yapıyorum bilmiyorum. Aslında düşününce, insan kendine herhangi bir şeyi zaten niye yapar çözemiyorum.
İşte yine o bilindik heyecan kasırgası midemde, bağırsaklarımda ve kulaklarımdaki kızarıklıkta, sanki içlerine su dolmuş gibi hissettiğim şu basınçta ve sıcaklıkta.
Yine ve yeniden, yazmadığım bir öykünün mutlak hazzını, baş dönmesini yaşamaktayım. Belki de Salinger’ın yayımlanmamakta müthiş bir huzur var lafının güpegündüz ortasındayım. Bir ara bu hâlleri anlattığım bir yazı da kaleme almıştım. Şimdi ona bakıp hislerimin nasıl değiştiğini ya da değişip değişmediğini irdelemeyeceğim—belki sonra, yazıya son noktayı koyduktan sonra, anca.
*
Pek sevgili Yaso’cuğuma bu blogdan hiç bahsetmedim. Oysa yazma hususunda son 6 yıldır neredeyse en büyük destekçim kendisidir. Bana son kalandır. (En büyük demek Öz’cüğüme saygısızlık olacaksa da en eskisi/kıdemlisidir diyelim, öpüşüp barışalım.)
Ama her niyeyse, sanki bu blog bilinirse çıplak kalacağımı düşünürüm. Sanki bilinirse, bütün sapık düşüncelerim açığa çıkıverecekmiş hâli hasıl olur ara sıra. Bazen de benim bu görece normal hâllerime de şahitlik etsinler isterim. Nelerin beni motive ettiğini bilmelerinin okunacak öyküde bir çeşit -ne diyeyim- çeşni, yahut nar ekşisi, olmadı sirke, o da olmadı limon etkisi yapacağını düşünürüm.
Aslında edebilirdim, sadece Yaso’ya değil, ötekilere de. Belki ilk yıllar ya da aylarda. Ama o zamanlar aramız hep mi hep limoni olurdu. (Bu hep böyledir zaten.) Sonra öykü yazdığım, yazmaya çalıştığım öğrenilince oradan devam ederdi mevzu, blog unutulur giderdi. Oysa her şeyden önce bir blogger’ımdır ben. Yıllar içinde bir ketenpereye getirip, bak bunları da ben yazıyorum, hem de senelerdir diyebilirim, diyebilmeliydim, demeliydim, diyebilirdim. Diyemedim.
*
Senelerdir öykü yazarken, daha doğrusu düzenlerken (çünkü yazarken kendi tatminimden başkası aklıma gelmez, kendimin okumak isteyeceği öyküleri yazmakla meşguldür varlığım), insanların suratlarının alacağı şekilleri düşünür, tahayyül etmeye çalışırım. Benim yükseldiğim yerlerde yükselecekler mi, yüzlerde hafif bir gülümseme belirecek mi, yaratıcılığım içten içe takdir edilecek mi diye. Bu sonuncusu en aşağılık olan olsa da, aslında yazma için olmazsa olmazlardan (ne çok “olmak”) biri belki de.
Bu baş dönmeleri eşliğinde zaten çok çok çok az kalan iyi okurlardan geri dönüşler ararım. Kimi sevse de çok anlamaz, öteki pek beğenmez kalp kırmamaya çalışır, beriki fazla eleştireldir. Yaso ise beni darlar. Her defasında. Herrrrrr telefon konuşmasında konuyu oraya getireceği bellidir, ve hatta getirmemek için kendini zor tutuyordur, vakit öldürüyordur, ses etmemeye çalışıyordur. İkimiz de biliriz malum sorunun kaçınılmaz biçimde geleceğini.
Karakterler, tavırları, söyledikleri/söylemedikleri, noktanın yeri, virgülün şekli, altmetin, o bu derken bir övgü saçar önce çok çaktırmamaya çalışarak ve söze girer:
“Ya bunlar epey güzel, ne zaman kitap olacaklar artık? Bak benim şu şu arkadaşım Sel’de bastırdı ilk kitabını, şimdi İletişim’de çıkacak. Seninkiler ne zaman olacak, ya da olacak mı?”
Oysa bilmez ki benim ondan bunu duymam neredeyse kitabın basılmasına eşdeğerdir. Çünkü en çok ona okutmaya çekinsem de, 50 kuşağı öykücüleri ile bozmuştur kafayı ve çünkü edebiyat doktorudur, en iyi dönüşleri hep kendisinden almışımdır. O gazla bir sene idare eder, sonra yıkılırım. Sonra sonra yine bilindik sancılarla dolarım. Sonra sonra sonra uyuyamalar baş gösterir. Ama en sonra yeni bir öykü fikri daha belirir dimağımda, en alakasız şeklinde zamanın. Kafamda oynamaya başlar. Bir başka öyküdeki bir karakter çıkıverir bir yerlerden. Konu da iyidir. E daha ne? Hadi hemen yaz.
Utanır sıkılırım işte—acaba bu konuyu yazan başka biri var mıydı, salt benim düşüncem mi yani, ulan çalıyor muyum yoksa okuduğum birinden fikri, yooo böyle bir şey okuduğumu sanmıyorum, yo yo kabul edemem bunu.
Sonra bir mutluluk dolar içime, genelde kötü başlarım söze, iyi bitiririm. Kapanışta açılırım. Sonra böyle beğenmezler elbette derim, bu olmamalı, bu değil. Yo, yo derim. Gülümsemeleri ve takdirleri düşünürüm. Giriş önemlidir derim, Erdal Öz’ü ve edebiyatımız için yaptıklarını hatırlar, selam durur kendisine ve rahmetle anarım:
“İyi bir romanı, uzun süren bir doğum sancısı gibi düşünürsek, öykü onun yanında bir baş dönmesidir. (…) Roman okuru sabırlıdır. İlk on sayfa, yirmi sayfa, otuz sayfa ilgisini çekmeyebilir; okur sabreder. (…) Öykü’nün böyle bir şansı yoktur. Öykü, daha ilk bir iki cümlede okurun ilgisini çekmek zorundadır. İlk cümle çok önemlidir öyküde. Diyelim, okur kitaptaki ilk öyküyü okudu. Bir yürek buruntusu, bir baş dönmesi yaşadı. Bir öykü, bir bütündür; bir roman kadar bütündür. Okurun hemen ikinci öyküye geçmesi, öykünün şanssızlığıdır. Okur, daha ilk öykünün baş dönmesini atlatamadan ikinci öyküye geçerse, o öykü kitabına yazık olacaktır. Okur, okumasına ara vermelidir, kalkıp -içiyorsa- bir sigara yakmalı, gidip pencereden rüzgarda sallanan bir ağacı, sokağı, karşı damları, pencereleri seyretmeli, -içiyorsa- içkisinden bir yudum almalı, kitaplığındaki iki üç kitabın yerini değiştirmelidir; o ilk öykünün sıkıntısından kurtulmalıdır. İlk öykünün sarsıntısı kesinlikle atlatılmalıdır: Çünkü ikinci öykü, okuru yeni bir baş dönmesine götürecek büyülü yeni bir ortamdır…”
“Vaaay” diyorum, mesleğinle ilgili ipucunu aldıktan sonra “ben de yazma hevesindeyim” demeye utanırım açıkçası… Hele o Erdal Öz alıntısı büsbütün korkuttu gözümü:)) Ama araya hikayelerimde etkili sonlar yazmaktan uzak olduğumu sıkıştırayım bari… Kimliğini ifşa edip etmeme ikilemi, kişisel yazan tüm bloggerların derdi ama şu var; fazla cüretkar olanları ünlü oluyor sonunda galiba :))
Yok yok, hahahhaa. Benimkisi daha komik çünkü zaten ben ünlü değilim, yayımlanmış da çok az öyküm var. Buna rağmen ifşa edememek….. Buraya yazmaya başlarken böyle bir durum yoktu, sonra zannediyorum istediğim dönüşleri kendi arkadaşlarımdan değil de, böyle tanımadığım okurlardan alınca gizlendim. Belki de onlar hakkında da rahat rahat atıp tutabildiğim için, belki ne bileyim hahaha
Not: Hepimiz yazma hevesindeyiz ya. Aslında etkili de demeyelim, “daha iyi bitemezdi” dersin ya, o. Onu yapmaya çalışıyorum ama, evet.
Peki sence her “hikaye” öykü olabilir mi? Çoğu öyküm için “bu öykü değilde, roman başlangıcı” yorumu yapılıyor. Mesela sana bir, iki örnek versem “daha iyi bitemezdi” diyebileceğimiz bir son önerebilir misin? Yani mümkün mü onların daha iyi bitebilmesi, yoksa bundan hikaye olmaz mı diyeceksin onu merak ediyorum?:)
Mesela her hikâye öykü olur mu lafı öykü olabilir =) Epey iyi bir laf. Hatta dilimizi bu yüzden çok seviyorum bile diyebilirim. Story-Hikâye diye çevrilmiş olması mesela Instagram’da, harika bence. Valla yazık olurdu canım öyküye hahahha.
*Öykülerini okuyabilirim soru buysa.
*Sonunu öneremem elbette yahu, yani yazmadığım bir şey için, hele hele yaşayan ve irtibatta olduğum biri ise.
*Öykü mü roman başlangıcı mı muhabbetini bana da diyenler oluyor. Kimi iyi niyetinden daha çok okumak için (sevdilerse), kimi de anlamadığından genelde bir şey demek için diyor bunu.
Bunun bir şablonu olmaz sanırım ama illa bir şey demek gerekiyorsa öykü biçimi için giriş, gelişme ve vuruş olmalı, sonuç değil. O giriş biraz uzadıysa, konu aslında geçiştirildiyse ve karakterlerin tipi/osu/busu konuşuluyorsa daha çok, öyle denmiş olabileceğini de ihtimaller arasına katmalı.