Genelde neye ne şekilde tepki verebileceğimi kestiremiyor; kötüsü, bazı durumlarda hiç vermemem gereken tepkiler verebiliyorum. Aslında insanların içindeyken hissetmediklerimi yaşıyor, yalnız ve düşüncelerimle kaldığımda ancak gerçek hislerimi tam manasıyla kavrayabiliyorum.
Özkan Uğur’un vefatının üzerinden henüz bir ay bile geçmedi. Oysa ne çok şey yaşandı o günden beri. Bu bile başlı başına beni üzmeye yetecekken o gün söylediğim şeyden ötürü hâlâ utanıyorum. Kimi zaman gerçek düşüncelerimin aslında onlar olma ihtimalinden de utanır hâlde buluyorum kendimi.
*
Vefat gerçekleşmeden ya da benim henüz haberim olmadan önce Maçka’ya gidiyordum. Güzel bir cin-tonik yapmıştım termosa, ağzımda popüler bir şarkı, minderler, yemişler, onlar bunlar. Tastamamdım ve moralimi hiçbir şey bozamazdı anlayacağınız. Güzel bir gün geçirme niyetindeydim.
Önce çok yakın arkadaşımdan geldi haberi. Bekliyorduk. Bu kaçıncıydı artık. Annemin kanser olmasından ve o dönemki kız arkadaşımın bana durumu ajite ettiğini söylemesinden sonra hissizleşmiştim. Hiçbir zaman çok makul biri olmamıştım zaten de o andan itibaren iyiden iyiye kafam gitmişti. Patavatsızdım, utanmazdım ama zaman zaman bastıran o depresyon anlarında çokça hassastım. Hem hissiz hem de hassas nasıl olunuyor çok emin değilim ama tam da öyleydim. Anneannemin boğuluşu, sonra kendisinin ve dayımın ölüşü bende bir çeşit psikoza yol açmıştı artık. Olanlara en tepe noktasına erişinceye dek şaşırmıyor, üzülmüyor ve kolay kolay dağılmıyordum. Ama o eşiği aşıp bir kez dağılınca da bir daha o “hissiz” statüsüne de kolay kolay erişemiyordum.
Maçka’dan sonra gittiğimiz yerde ikinci kez gördüğüm kuzen Özkan Uğur’un öldüğünü söyleyince, “Aaaa, demek MF olarak yola devam edecekler artık,” dedim. Yani, ne bu şimdi allaşkına? Ama öyle bir kafayla öyle bir kafa insanlara demiştim ki gülmüşlerdi bile bir yandan ayıplarlarken beni. Çünkü zaten bekleniyordu ve kaçınılmazdı. Diyecek bir şey yoktu gibi düşünüyordum hakkında. Ne diyebilirdim yani? Hiçbir insanın ölümüne bu kadar alıştığımı, hazırlandığımı anımsayamıyordum bile doğrusunu isterseniz.
Sonra olan oldu, eve geldim, bir-iki gün geçti. Ettiğim laftan rahatsızlık duymaya başladım. Özkan Uğur ile ilgili hatıralara çıktım.
*
İlk aklıma gelen İkinci Bahar değil Ağırlığınca Altın olmuştu. Özkan, mı acabağğğladıkça evde bir şen şakraklık fırtınası eserdi. Annem çok gülerdi. Annem güldüğü için ben ve babam da merak edip izlerdik. Şuraya bir bölümünü bırakayım hemen, anımsayanlar çıkacaktır.
Yarışmada büyük ödül kaç kilo isen o kadar altınmış. Ekşide bir yazar hesabı yapmış, gramı 300 lira iken. Bu yazı daktilo edilirken (=P) gramın 1700 lira olduğunu düşünürsek, üç yıl içinde bile kaç kat fakirleştiğimizin gelin bir kez daha ayırdına varalım.
*
Sonra o lafı eden ben elbette MFÖ belgesellerini, yaptıkları söyleşileri, gittiğim konserlerinin kayıtlarını izlemeye koyuldum. Öyleydi böyleydi derken Ağırlığınca Altın’dan sonra bir dizide baş rol olmuştu Özkan Uğur dedim, neydi adı? Hehe, Yeter Anne.
Dedim yazayım yutuba, varsa belki izlerim. (Bu tür şeylerden de korkarım sevgili okur. Eskiden izleyip sevdiğin şeyleri uzunca bir aradan sonra yeniden izlemek istesen de sevmeme ihtimalin bulunduğundan ve bu ihtimalden korktuğundan izlemekten kaçınma diye bir şey vardır sevgili okur, bir korku, nasılsa, hep vardır. Ve vardır belki bu cümlenin de tek bir kelimelik Almancası.)
*
Elindeki bütün bölümlerini internete yükleyen kişi sayesinde oturdum izledim öğle aralarında ve bazı sarhoş akşamlarda. Yer yer abartılı ve uzun, yer yer fazla uyarlama ama çoğunlukla hayli komik ve sıcak buldum yine. Yeniden sevdim, sevindim.
Dizi uyarlama olmasına rağmen oldukça başarılıydı. Biz, yine o zamanlar da, annemin kahkahalarına uyup seyreder hâlde bulmuştuk kendimizi. Ülkenin bir olarak son mutlu olduğu sene, yani 2002 yılına denk gelmesi de bir tesadüf değil hani. Özkan Uğur’dan başka Suna Pekuysal, Toron Karacaoğlu, Derya Baykal ve Ziya Kürküt’ün de rol aldığı diziye bazı bölümlerde Yedi Numara’dan tanıdığımız Ayten yani Ayça Mutlugil de dahil oluyordu.
*
Yıllar sonra bir diziyi tekrar izlediğinizde (bu Avrupa Yakası bile olabilir) dikkatinizi ilk çeken muhakkak ama muhakkak o zamanlarda çok daha açık görüşlü, sevecen, kucaklayıcı ve “avrupai” oluşumuza geliyor konu. Burada anlatmaya değmeyecek kadar biliyorsunuz ve içindeyiz zaten mevzunun. Geçelim.
2023 yılında izleyenlere hayal gibi gelebilecek hükümet ve kriz eleştirileri de mevcut. Atv gibi pop bir kanalda hem de. Bunun, benim gibi döneme ucundan kıyısından yetişmiş insanlara dahi hayal gibi gelmesi durumu ziyadesiyle acıklı kılıyor elbette. Katıldığımız son dünya kupasında o “bir olma” hâlinin dizide cereyan etmesi de muazzam. Kadrosunda bulunan ve hatta konuk gelen birçok sanatçıyı (Tarkan, Mehmet Akan, Meral Okay, Ajda Pekkan, Fuat Güner, Hıncal Uluç, Yıldız Asyalı, Erman Toroğlu vs vs.) maalesef kaybettik. Bu kadar ünlü ve kayda değer iş yapmış insanların bir dizide görülmesi de bir dönemin yıldızı ve mottosunun (dizi atvde izlenir) doğruluğunu ispatlar nitelikte imiş hakikaten.
*
Her şey iyi ve güzeldi de, bir yerde gerçekten ölüyorum sandım. İnanılmaz dokundu. Zaten bu yazıyı da o konuşmadan sonra yazmaya niyetlendim.
Altan (Özkan Uğur) bir bölümde (youtube’a koyan arkadaşa göre 13. bölüm) midesinden sorun yaşamakta, henüz hayal ettiği hiçbir şeyi gerçekleştiremeden öleceğinden korkmaktadır. Bir doktora görünür. Doktorun Fuat Güner çıkması ve gerçek hayatta da hobisi olan maket uçakla oynar şekilde kameralara gözükmesi ise beni hemen eğlendirir. Doktor net konuşmasa da verdiği örnekler Altan’ın vesvesesini tetikler. O gün kardeşi Reha’ya (Ziya Kürküt) durumunu aktarırkenki oyunculuğu, gerçekten ölecekmiş gibi moralinin bozuk olması beni dumur eder. Bir başka bölümde de kardeşine, “Seni bilmem Reha ama ben o kadar yaşayacağımı zannetmiyorum,” der. Buster bebek ağlamaya başlar.
Biliyorum saçma ama sanki ileride yaşanacakların hikâyesi gibidir bu sekanslar. Büyük ihtimalle bir daha görüşemeyeceğiz ama bir şekilde bir mucize olur da görüşebilirsek çok mutlu olurum Özkan Abi. Bilirim affedersin, affederdin ama yine de o gün dediklerimden ötürü çok, çok özür dilerim. Hayatımıza katabildiğin güzellikler için ise, her biri için ayrı ayrı, çok, çok teşekkür ederim.
Bu yazı da artık burada bitmeli yoksa “sapıtıcam ya!!”
*
Bu son olmadı pek, iyisi mi şu tatlılıkla bitirelim:
Hissizlik, aşırı hassasiyetten doğan bir koruma kalkanı aslında zaten… aşırı hassasiyet bitiriyor insanı. Ne çok kayıp var, her şey ne kadar kasvetli… Tarih tekerrürden ibaretse, hadi gelsin artık o eski güzel günler:)
Ben de yazarken farkına vardım o kayıpları, gerçekten çok fazla artık =/
Pek sanmıyorum ama umarım gelir o güzel günler diyelim. Gerçi o zaman da, o zamanları beğenmiyorduk büyük ihtimalle. Ve tarih tekerrürden ibaretse, biz bugünleri de aaaah ne güzel günlerdi diye de anabiliriz ileride hahahhahha. İşte kasvet bonnbası şov diye buna derim =P