Edebiyat çevrelerince çok sevilen, çok yüceltilen, çok değerli bulunan ama benim pek bayılmadığım bir sürü yazar var. Ayfer Tunç bunlardan biri. Ama bu pek bayılmadığım yazarların dahi edebiyat üzerine düşüncelerini çok ciddiye alıyorum. Okumak için ne tavsiye etmişler, yazma, edebiyat ve okurlar hakkında neleri kaleme almışlar hep bir merak unsuru oluşturuyor bende. Yazarların söylediklerinin, edebiyat ile uğraşan öteki insanlara nazaran önemi -bittabi- daha fazla oluyor. (Her okur yazar olamaz ama her yazar iyi bir okurdur nihayetinde.) O yüzden -en hafif tabirle- kurmacaları her ne kadar benlik olmasa da, büyük büyük sözlerle övdükleri şeylere bir bakma ihtiyacı duyuyorum.
Bugün bahsedeceğim kitap Alef’in 2008 yılında bastığı, Ayfer Tunç’un 2010’da büyük büyük övdüğü, benim bu övgüleri 2011’de görüp edindiğim ve 13 sene sonra okuduğum Arnon Grunberg’in Tirza’sına dair olacak. (Edindikten sonra okumak için 13 yıl beklediğimi duyunca aman aman buster’ım bu ne ciddiye almak yahu!111!!! şeklinde sarkastik yorumlar yapabilirsiniz, sizi kınamıyorum, ancak bilmeniz lazım ki hem kurmacasını sevdiğim hem de bu gibi önerileri olan yazarlardan ancak sıra geldi kendisine.)
*
Ayfer Tunç’a katılıyorum çünkü:
-21. yüzyılda roman yazmak, üstelik bu kadar açık bir şekilde, pek de mümkün gözükmüyor artık. Gerçi Ayfer Tunç bunu öngörerek mi söylemiş 2010’da çok emin değilim ama son derece geçerli bir saptama. Bu romanı bir Amerikalı yazsaydı sözgelimi, ve 2007’de değil, 2024’te yayımlatsaydı, içerik itibarı ile şiddetli tartışmalara yol açabilirdi. Müthiş komik olsa da inanılmaz ırkçı şakalar, Arap (Müslüman) düşmanlığı, fiziksel ve psikolojik şiddet ve yer yer pedofiliye varan bölümler mevcut. Grunberg orada “medeniyet”i eleştiriyor olsa da bunu anlamayacak ve hakkında ileri geri yorum yapacak sürüsüne bereket insan olurdu. Tıpkı zamanında Lolita’da olduğu gibi. (Goodreads yorumlarına bakmadım ama kesin böyle eleştiriler vardır diye de düşünüyorum.)
-Bu kadar kısa bir öyküyü bu kadar uzun ve katmanlı anlatmak artık fazlaca okura hitap etmiyor. Belki bu yüzden belki değil, artık yazarlar tarafından da pek tercih edilmiyor. Roman yine sevilen tabir ile “postmodern” olsa da, son derece akıcı ve anlaşılır kaleme alınmış.
-Ana karakteri -tabirimi maruz görün ama- böylesine bir orospu çocuğu yapıp sevdirmek, anlaşılır kılmak herkesin harcı değil.
*
Ayfer Tunç’a katılmıyorum çünkü:
-Bu tür, okuyucuyla bir şekilde “oynayan” metinlerin kaçak güreştiğini, romanda okuru şaşırtmaya yönelik işlerin “edebiyatı” azalttığını düşünüyorum.
-Yazar Grunberg, ana karakter Jörgen Hofmeester’ın psikolojisini son derece doğru bir tercihle, okura sezdirerek anlatmaya çalışmasına rağmen bir süre sonra çok fazla tekrara düşüyor. Kitabın en aşağı 100 sayfa daha az olması gerekiyordu.
-Sürpriz bozmadan anlatmak gerekirse (bakın işte, bu nedir abi, film mi bu, koca romanda ne sürprizi, neyse, burası “spoiler” sayılır) küçük kızını yıllar evvel büyük kızına benzer durumda yakalayınca, o zaman yapması gereken şeyi, birkaç sene sonra yapıyor olmasını anlayabiliyorum. Ama yine de bu, küçük kızını da arada götürebilme motivasyonunu pek açıklayamıyor, ve bana kalırsa romanın sacayaklarından biri tam da bu yüzden kısa kalıyor.
-Grunberg bu romanı 30’lu yaşlarında değil şimdiki yaşlarında yazsa muhakkak çok daha iyi yazardı düşüncesi her daim mevcut olacak. Çünkü yazarlarda, hâlihazırda hiç yaşamadığı, tecrübe etmediği durumlar hakkında atıp tutmak her zaman biraz biraz “abartı”yı da beraberinde getiriyor.
*
(Buralar da spoiler olabilir.)
Romanda en sevdiğim, bana kalırsa en edebiyat, en coşkun, en azgın, en deli yerler, her bir bölümünde Hofmeester’ın ağzından çıkan “nihayet”ler. (Zannediyorum İngilizcesinde “finally” olabilir bu, Felemenkçe’de ne bilmiyorum.) “Nihayet” her bir bölümün ana fikrini, izleğini oluşturuyor. Çok çok küçük ve fark edilmez oluşundan ötürü Ayfer Tunç ile neredeyse hemfikir yapıyor beni.
Birinci nihayet romanın ilk bölümü “Kira” kısmında. Büyük, reşit olmamış kızını melez Andreas becerirken müziğin sesinin “nihayet” kısıldığı, Jörgen Hofmeester’ın nihayet fark edildiği, saygı gördüğü ve güç bela da olsa öfkesini bastırabildiği zamanda ağzından dökülüveriyor.
İkinci nihayet, küçük kızının dönemdaşı, h’siz Ester’i kendisi becerirken, kendini gerçekleştirebildiği sırada, romanın “Kurban” bölümünde aklından geçiyor.
Son nihayet ise “Çöl” bölümünde, kızının ağzından yazıp kendine e-posta attığı konunun başlığı. Dilin (yani kültürün) NİHAYET eylemlerin (yani doğasına) engel olduğunu anladığı kısımda vuku buluyor tam da.
Bu “nihayet”lerdeki asıl mesele aslında Hofmeester’ın çabalarının, kendisi bilmediğini iddia etse de “daha iyi bir insan olmaya çabalamasının” nihayet karşılık bulması, nihayet önemsenmesi, nihayet adam yerine konması ile alakalı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
*
Hofmeester’a tüm bu olan bitenlere rağmen kızamıyorum çünkü biraz önce de belirttiğim gibi onu anlayabiliyorum. Kendisini fiziksel şiddete yönlendiren psikolojik şiddet mağduru olduğunu görebiliyorum. Karısı hiç ortaya çıkmasaydı ve kendine beylik laflar etmeseydi bunların hiç yaşanmayacağını, belki de kendini hiç bulamayacağını ama kimseyi de haklamayacağını öngörebiliyorum.
Belki de bu kadar “medeni” olması ona toplum tarafından dayatılmasaydı kadın-erkek ilişkilerini daha iyi kotarabilir, düşündüklerini pekâlâ pratiğe dökebilir, yalnızca dayak atarken değil, sevgisini gösterirken de “insani” kalabilirdi. Ama hayat bazen de böyle ve edebiyat bazen gerçekten daha gerçek. Biz en iyisi alıntılara geçelim ve Tirza bahsini burada bitirelim.
*
*İçinden geldiği gibi, uydurarak yemek yapmak ona yaratıcılıktan çok kolaycılık gibi geliyordu. Bir çay kaşığının anlamı, bir çay kaşığıydı.
*Hofmeester rasyonel olmayan düşüncelerden, başka insanların haşerelerden nefret ettiği kadar nefret ederdi.
*Gergindi. Her reddediliş, farkına vardığı her reddediliş, onu telaşlandırıyordu.
*İnsan bir şeyden ne kadar çok korkarsa kokusunu o kadar iyi alır. (Bu koku kısmı da nihayet sözcüğü gibi romandaki başka bir izlek.)
*Hofmeester hiçbir şeyi tesadüfe bırakmazdı. İnsanın, kendini olabilecek yanlışlara hazırlaması gerektiğine inanırdı. Bahaneye ihtiyaç duyanlar, kendilerini kaçınılmaz hatalara karşı yeterince hazırlamamış olanlardır.
*Bazen mesafe koyarak bazen de fazla iştahlı sarılırdı, ikisinin arasındaki dengeyi bulması zor oluyordu.
*Hofmeester’ı şaşırtan her şeyi karısı normal karşılar, onun beğenmediği şeyleri beğenir ve sorunu anlamazdı.
*Kendi değersizliğinin farkına vardığın ölçüde insani olabiliyorsun.
*Eşinin kafasının karışık olduğuna karar verdi. Belki de menopoza girmişti. Menopoz ne zaman başlıyordu? Giderek daha erken galiba. Her şey giderek daha erken başlıyordu.
*Gençliğindeki hararetli ama hoşgörüsüz ve oburca tüketilen mutluluktan geriye sadece rivayet kalmıştı. Bu onun okumadığı bir masaldan alıntıydı.
*Dudaklarında yüzyıldır üzerinde çalıştığı gülümseme vardı. Çeviri kurgu romandan kalan gülümsemesi.
*Nihilizmin özünü genç yaşta alırsan daha sonra yaşamak zorunda kalmazsın.
*Hofmeester yavaş yavaş kapıya yürüdü. Mutfak tezgahından kapıya doğru birkaç adım atarken yaşlılık her şeyi yok ediyor diye düşündü. Neredeyse ölmüştü. Neredeyse ölmekle ölmüş olmak arasında ne fark vardı? Geriye hangi detaylar kalırdı?
*Jörgen, sen mutluluğa inanmazsın ki. Senin Tanrı’n hep mutsuzluk olmuştur. (Karısı, Jörgen Hofmeester’a söylüyor.)
*Hofmeester’ın kendine göre çirkin kelimeleri vardı. (Bununla ilgili tam yazı yazacaktım, isabet oldu, görünce gözümden kalpler, böcekler çıktı hahahha.)
*Kurşunkalemlerinin ucunun hep açık olmasını severdi. (Çok fazla kalp.)
*Ben yalnız kalmayı severim. Kalabalığı, gürültüyü sevmem. Çok fazla insan da sevmem.
*Bir kere daha ben de insanım dersen, bir kere daha senin de bir insan olduğunu duyarsam boğarım seni. (Buraya uçlarını açtığım kurşun kalemimle çok güzel deliriyor ya yazmışım. Pek de haksız sayılmaz. Sürekli biri insan olduğu için yaptığı hataların mazur görülmesini istiyorsa bilhassa, ya alıp başını gitmek, ya alıp başını gitmesini beklemek ya da boğmak kalır geriye çözüm olarak.)
*Hayır baba, en iyisi olmasam beni kimse sevmez. (Kızı Tirza babası Jörgen’e diyor. Burası şurada bahsettiğim konu ile alakalı olduğundan biraz beni etkilemiş olabilir.)
*Anlaşılan sosyoloğun hoşuna gitmeyen bir şey söylemişti, dayanağı olmadan dışavurumcu bir şair hakkında keskin bir yorum yapmış olabilirdi. Ya da Baltık Denizi ile ilgili yeterince coşku göstermemiş miydi? Bu ayrılığa neyin sebep olduğunu bilemiyordu Hofmeester ama canı acımıştı, küçük ehemmiyetsiz bir vakaydı. Sıkıldı. (Birlikte yemek yedikleri bir kişi artık onunla yemek yemek istemeyince Jörgen’in düşünceleri.)
*-Neden her şeyi biliyormuş gibi davranıyorsunuz?
-Her şeyi değil. Mendilini katladı. Her şeyi bilmiyorum. Sakin ol artık. (H’siz Ester ile malum olayları yaşamadan önce, onu kızı gibi pışpışlarken.)
*Artık kelimeler yoktu, nihayet, kelimeler yerine eylem vardı.
*Yine her şeyin kokusunu almaya başlamıştı. (Kokusunu aldıkça tiksintisi artıyordu. Bilhassa kokusunu aldığımız her şeyden tiksintimizin artması gibi.)
*Birisini korkunç bir biçimde özlemek nasıl olur acaba diye düşündü. Bu soruyu kendine birkaç gündür soruyordu. Karısını hiç özlememişti, onu sadece beklemişti.
*İnsan istese de bir başkasına ne kadar ilgi gösterebilirdi ki?
*Yabancılığın üzerine sinmiş olan geçiciliği hoşuna gidiyordu.
*Limonlu parfesini kaşıklarken, bugüne kadar geldiği haliyle hayatının özetini çıkartmaya çalıştı. Başarılı olamamıştı. Geriye baktığında gurur duyabileceği bir şey göremiyordu. Sislerin arasında gördüğü, ehemmiyetsiz küçük yenilgileriydi. Büyük ve istisna olanları kastetmiyordu. Gündelik yenilgiler, gündelik utançlardan ayrı düşünülmeyen, gündelik yenilgiler.
*Utanç müthiş bir duygu, samimiyetten çok daha nefes kesici.
*Utanç yavaş yavaş kayboluyor ama hiçbir zaman yok olmuyordu.
*Utancın ne olduğunu biliyor musun? Medeniyet.
*Ben her şeye rağmen mutsuz bir insanım.
*Mutluluk bir pozdur, bir efsane, partilerde, davetlerde gösterdiğin bir tür kibarlık.
*Yayıncı olmam bekleniyordu ama ne oldu biliyor musun? Yayıncı olmadım. Hırsımı kaybettim, inancımı yitirdim. Hırsım inancımdı. İnançsız insan pek değerli değildir.
*Başka hiçbir şeyden emin olmadığı kadar emin olduğu tek şey vardı o da dokuz yaşından başka bir şey olmadığıydı. (Bu da tesadüf bir önceki yazıma benziyor.)
*İlk kızım doğduğunda baba rolünü oynamaya başladım. Yayınevinde redaktör rolü oynuyordum, hep oynadım. Başka bir şey yapamıyordum.
Ayfer tunç konusunda aynı şeyi düşünmemiz çok ilginç:))
Hahahha yok canım, vardır elbet benzer düşüncelere sahip birileri =p