Eskiden yapmayı en sevdiğim şeylerden biri de sevdiklerime şiirler okumaktı. Bunu romantik bir çaba yahut gösteriş budalalığı gibi algılamayın, sadece içimden geldiğinde yapmaya çalıştığım bir uğraş, bir çeşit iç dökme idi. Ne var ki, yine pek çok şeyde olduğu gibi farkında olmadan başkasına şiir okumanın da gülünç bir şey olduğu hususunda mutabakata vardık ve ben şiir okuyamaz oldum.
Genellikle güzel Türkçe şiirleri okurdum. Okumayı da bilmezdim, hemen heyecanlanır kekelemeye başlar zaman zaman kelimeleri yutardım, terlerdim, hızlı okumaya çalışırdım… Bütün bunlar şiirlerin bana verdiği hazdan başka karşımdakinin bana bakıyor yahut nefes alıp verişini kulağımda hissediyor oluşumdan kaynaklanırdı.
Her ne kadar canımız ciğerimiz Borges’imiz çevirildiğinde kaybolan şeye şiir denir dese de, hiç bilmediğim dillerdeki şiirlerin Türkçeleşmiş hallerini de fikir sahibi olmak için yalnızca kendime okurdum; hele bir de şair tarafından çevrildiler ise, hepsinden güzel olurdu. Kendi dilinde okumak nasıldır diye düşünürdüm, Türkçede bile böyle ise… Susardım. Her eski alışkanlık bir süre sonra başlamak üzere bırakılıyorsa bugünlerde bu şiirleri okumam da böyle bir şey demekti herhalde.
*Edmond Jabes (1912-1991) – Mısır&Fransa
Max Jacob’ın anısına
… çünkü bir şarkı vardır belki
çocukluğa bağlı en kanlı saatlerde,
bir başına meydan okuyan
mutsuzluğa ve ölüme.
Türkçesi: Nilüfer Zengin
—
*İzzet Sarayliç (1930-2002) – Bosna Hersek
Bu Cuma Paris’te Ölmüş Olsaydım
Bu cuma Paris’te ölmüş olsaydım
yokluğumu bildiren teli kim çekecekti
oysa en azından üç gün gerekirdi polise
bir zamanlar yaşamış olduğumu ispat için.
Bu cumartesi Varşova’da ölmüş olsaydım
güzel bir kadın randevusuna geç kalırdı,
resepsiyonda çalışan güzel bir kadın.
Bu pazar Leningrad’da ölmüş olsaydım
en korkuncu olurdu bu. Beyaz gece
kolunda bir kara pazubentle çıka gelir de
söyler misiniz, neye benzerdi kara pazubendiyle
bu beyaz gece.
Bu salı Berlin’de ölmüş olsaydım
bir Yugoslav yazarı birden ölüvermiş Berlin’de
diye bir haber yayılırdı ortalığa
ama ben, laf olsun diye değil, mecburum
memleketimde ölmeye.
Görüyorsunuz ya ne kadar iyi olmuş ölmeyişim
ve gene aranızda bulunuşum.
Beni alkışlayabilirsiniz. Beni ıslıklayabilirsiniz.
Görüyorsunuz ya ne kadar iyi olmuş ölmeyişim
ve gene aranızda bulunuşum.
Türkçesi: Yaşar Nabi
—
,
*Jean-Joseph Rabearivelo (1901-1937) – Madagaskar
Hangi Görünmez Fare
Hangi görünmez fare
gecenin duvarlarından inip
sütlü ay pastasını kemiren?
Yarın sabah,
ay çıkıp gidince,
kanayan diş izleri kalacak.
Yarın sabah
bütün gece içenler
kâğıtları düşürenler ellerinden
yan kapalı gözlerle aya bakıp
kekeleyecekler:
“Kimin şu para
yeşil masada yuvarlanıp giden?”
Ah, diyecek içlerinden biri,
“dostumuz her şeyini yitirdi de
öldürdü kendini.”
Hepsi yarım gülümseyecek
sendeleyip düşecekler.
Ay orada olmıyacak artık:
fare alıp götürdü onu deliğine.
Türkçesi: Ali Küçüktavşanlı
—
*Maria Wine (1912-2003) – İsveç&Danimarka
Bir Heykel Olmaktan Bıktım
Hiçbir zaman benim olmayan evime gitmek istiyorum
Bir heykel olmaktan bıktım artık
Kimsenin görmiyeceği bir hiç olmak istiyorum
Gövdeme bakan hayran hayran
İnsanlardan da bezdim artık
Hani açık ağızları, dilsiz gözleriyle
Taştan ayaklarıma sürünenlerden.
Aynalarda adi düşleriyle hani
İliklerime değin beni üşütenlerden.
Yüz yıllardır dinledim
Zaman denen kanlı oku,
–Öldüren, öldüren, yalnız öldüren–
İnsanların gizlerini, kuşların gizlerini,
Mevsimlerin gizlerini durmadan dinledim.
Gizler, gizler, sonu gelmeyen gizler,
Tekrarlana tekrarlana içi boşalan gizler.
Bıktım artık bir heykel olmaktan
Taş yüreğim tuzlu, perişan
Hiçbir küreğin kazmakla varamayacağı
Yerin altına girip kaybolmak istiyorum,
Toprakla birlikte şarkı söylemek istiyorum,
Toprak yemek istiyorum,
Toprak olmak istiyorum.Türkçesi: Lütfü Özkök
—
*Tove Ditlevsen (1917-1976) – Danimarka
SONSUZ ÜÇ
Dünyada iki erkek var
Her zaman karşıma çıkan
Biri sevdiğim adam
Ötekisi beni seven.
Birisi karanlık gecelerimin
Düşlerinde bile can evimdedir.
Öbürü kalbimin önünde bekler
Bekler durur ama açılmaz kapı.
Birinin sadece soluğu yeter
Beni mutluluğa ulaştırmaya;
Öteki ömrünü bağışlar bana
Kalkıp geri vermem bir saatini.
Birisi kanımın sıcaklığında
Aşkın öz türküleriyle yaşar
Öbürü can sıkıcı günlerim içinde
Umutsuz koşar.
Her kadın bu ikili yaşamı tadar
Sevilenle seven arasında
Ama bir kez tek kişi olur o iki insan
Yalnız bir kez her yüzyılda.
Türkçesi: Ata Karatay
—
*Gérard de Nerval (1808-1855) – Fransa
FANTAZYA
Bir hava bilirim, dünyalara değişmem:
Bütün Rossini, Mozart, Weber sizin olsun.
Çok eski bir hava, ağır, hazin, muhteşem;
Yalnız ben duyarım onda ne varsa füsun!
Ne zaman o havayı dinliyecek olsam
Ruhum gençleşiverir birden iki asır.
Onüçüncü Louis devridir, vakit akşam!
Batan günle sararmış bir yamaç uzanır.
Camları kızıla çalan renklerle yanar
Kiremitten bir şato, köşeleri taştan.
Etrafı çepçevre bağlar, bahçeler, parklar;
Bir dere akıyor çiçekler arasından.
Kömür gözlü bir kumral en üst pencerede;
Eskidir geçmiş zaman esvapları eski.
Görmüşlüğüm var bu kadını; ama nerde?
Hatırlıyorum, başka bir hayatta belki.
Türkçesi: Cahit Sıtkı Tarancı
—
*Andre Breton (1896-1966) – Fransa
OLMAK
Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Kanadı yok
umutsuzluğun, akşam vakti deniz kıyısında bir taraçada,
toplanmış bir sofrada kalayım demiyor. Umutsuzluk bu, o bir
sürü olayların dönüşü değil bu, tıpkı akşam karanlığında bir
karıktan öbürüne giden tohumlar gibi. Bir taşın üstündeki
yosun ya da su bardağı değil o. Kardan elenmiş bir gemi o, ya
da düşen kuşlara benzetebilirsiniz, ama kanlarının en küçük
bir kalınlığı yok. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu.
Başa takılan süslerle çevrilmiş küçük bir şey o. Umutsuzluk o.
Kopçası bulunamayan inci gerdanlık, bir ipe gelmez, böyle bir
şey işte umutsuzluk. Gerisinden, ondan hiç söz etmeyelim.
Başlamışsak bitiremeyiz umutsuzluğu. Saat dört sularında
avizeden umutsuzlanırım ben, gece yarısına doğru da
yelpazeden umudumu keserim, tutukluların cigaralarından
umutsuzlanırım. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu.
Yüreği yoktur umutsuzluğun, el umutsuzlukta hep soluk
soluğa kalır, umutsuzlukta kalır öyle aynalar, bize asla ölüp
ölmediklerini söyleyemezler. Beni büyüleyen umutsuzluğu
gördüm ben. Yıldızların türkü söyledikleri vakit gökyüzünde
uçan bu mavi sineği seviyorum. Şaşılacak, o uzun dolu
tanelerine benzeyen umutsuzluğu, o kendini beğenmiş o öfke
küpü umutsuzluğu büyük çizgileriyle tanıyorum. Her gün
herkesler gibi kalkıyorum, kollarımı çiçekli bir kâğıda
uzatıyorum, hiçbir şeycikler hatırlamıyorum, ama hep
umutsuzluğun yardımıyla o geceden koparılmış güzelim
ağaçları görüyorum. Odanın havası davul tokmakları gibi
güzel. Zaman içinde zaman bu. Büyük çizgileriyle tanıyorum
umutsuzluğu. Bana bir sırık uzatan perdenin rüzgârı gibi o.
Böylesi bir umutsuzluk akla gelir mi! Yangın var! Ah yine
geliyorlar… İmdat! İşte merdivenlere düştüler… Ve o gazete
ilanları, o kanal boyunca ışıklı reklamlar. Kum yığını, git, pis
kum yığını! Büyük çizgileriyle önemli değil umutsuzluk. Bir
orman yapmaya giden angarya ağaçlar, bir gün daha yapmaya
giden bir yıldız angaryası, ömrümü uzatan bir angarya günleri
daha.
Türkçesi: İlhan Berk
Şu Maria Wine'ın şiir'indeki kasvet çok ürpertti beni, fena.
Diğerlerini de okuyorum yavaş yavaş. Ama aklım o Haydar Ergülen'in şiirinde kaldı.
'Şiir dediğin öyle olur
Tuhaf tuhaf hisler uyandırıyor.
Bi sevinesin, bi ağlayasın, bi üzülesin geliyor; ne biçim yazmış' diyip duruyorum.
Uf, ben de orasını sevdim tam da. Elbette Haydar Bey pek güzel yazıyor. Bazen şiir snaki sadece Türkçe güzelmiş gibi geliyor, yani anlam olarak, söz ve melodik olarak başka dillerde de hoşuma gidiyor ama Türkçenin başka bir hüznü var sanki, neyse =/