Nasıl oldu bilmiyorum. Aslında biliyorum. Evet evet. Aklıma düştü.
Önceleri yazan, epey sevdiğim -belki de hayranlık demek daha doğru- bir blog yazarının sitesine girdim, kapatmadığını görünce sevindim, profiline dokundum, pa-pardon tıkladım. Takip ettiği blogların hepsine tıkladım, tek tek, ki bu en az yarım saatimi aldı, ve sonra hâlâ açık olanları sekmede bıraktım, ötekileri tek tek kapattım. Bu devirde blog yazmak gerçekten akıl alır bir iş değilmiş dedim, çünkü yarım saatlik süre içinde tıkladığım blogların üçü filan benden de seyrek aralıklarla, ikisi filan da almış yürümüş ve bir nevi düzenli yazması zorunlu olanlardandı. Düzenli yazması zorunlu olanları kapadım. Bu arada düzenli şaka yüklemesi gerekli twitter sayfalarını takip edenleri yahut düzenli yer gezen instagramcıları insanların nasıl anlam veremeden, adeta otomatik bir şekilde, takip ettiklerine anlam vermeye çalıştım. Birçok insanın, o en son 7-8 sene önce yazan birçok insanın, yalnızlıklarını çok kötü kalemler olsalar da okudum. Belki kendilerinin bile artık bilmediği günlüklerini bulmuş hissine kapıldım. Sayfalar sayfaları kovaladı, güzel aşklara, isimlerini hiç bilmediğim şiirlere rastladım. İnsanların var olmak için neler neler yapabileceklerine, varlıklarına bir anlam yüklemek, gerçekten bir şeyler yaptım diyebilmek için ne derece saçmalayabileceklerine gark oldum. Sonra daha demin linklediğim üzere bu “gerçekten” meselesine nasıl takıldığımı hatırladım. Kendimi sevdim, aynaları, zamanı, daha Lacan bilmeden bilmeme şaşırdım. Sinemanın gücüne şaşırdım. Sonra platonik aşkımı YouTube’da arattım, bir şarkı daha bestelemiş, üzerine klibini de çekmiş, tıkladım. Gönderilen her yorumu beğenmesine baktım. Kıskandım. Ben yorum atsam, benimkini de beğenir mi diye düşüneyazdım. Beğenmeyeceğinden korktum. Belki de yazarım dedim, ve öyle olursa da “herkes” olmamışım demektir onun için diye kendimi avuttum. Sonra birdenbire herkes olmak istedim. Gibi olmak dedim. Düşünce düşünceyi aldı, götürdü bir otobüs durağı yokuşuna bıraktı bizi. Whatsapp’tan yazdığım gönderilere en son ne zaman cevap vermişti dedim. Girdim baktım, bir ara sinirlenip her şeyi sildiğim o makus tarihten başlayarak günümüze doğru hepsini okumaya başladım. Sonra daha fazlası olmadığı için o makus tarihe ve güne sövdüm sövdüm durdum. Sonra buldum en son ne zaman yazdığını bana. Eylül’de. Eylül bizim ayımız diyedir herhalde. Eylül’e de hazır başlamışken giydirdim. Eylül beni sevmemiş dedim. Mayıs’tayken Eylül duygusallığı yapışımı sikeyim dedim. Sen saçma sapan karikatür dergilerinden bozma edebiyat dergilerinde yazan biri misin dedim. Sonra onu bile olamadığım, olamayacağım için hazır iki kalayın belini kırıyorken kendime de sövdüm. Gelmişim ve geçmişim hep birbirine karıştı. Sonra takıldım ona ettiğim bir lafa. Lafa bak lafa: “Şükrü Erbaş ne demiş. İnsanın içini dökmekten vazgeçmesidir ayrılık.” E ne yapacağım açtım şiiri okudum. Sanki ayrılık başka ne olabilir diye düşündüm. Zerresini bile hatırlamıyordum. Dedim buraya yazayım ya da sansınlar yazacağım… Aslında yazacaktım da, herkes başka başka şeyler yazmış, anonim olmuş şiir, şiirimsidüzyazı, nesirinazım, nesir-i azam. Boş konuşma dedim şiirin adını söyle bari. Şiirin adını yazdım: “Senin korkuların benim inceliğim” İnceliğim mi varmış be dedim. En iyisi bir şarkı daha çevireyim. Hem yazma bahanem olur dedim. E bunca zamandır ne yapıyorsun dedim, dedi ki -mış gibi. Ben -mış gibi yapmam dedim. Yazdığım her şeyi sildim. Oturdum hepsini baştan yazdım. O adını tekrar vermek istemediğim uygulamadan adını açtım, yüzünü sevdim, geri kapattım, bu zamana kadar yaptığı profilleri sakladığım klasörden en bana ait olanı seçtim. Yüzüne bakar gibi yazmaya başladım. Seni gerçekten… Yok, gerçekten diyemem dedim ve yazdıklarımı sildim. Birdenbire yazmalıydım, içimi dökmeliydim ama içimi dökersem bu sefer ayrılmamış mı olacaktık? Ayrılmıştık. Yani Eylül’den beri size birisi bir şey yazmıyorsa bu ayrıldınız anlamına gelirdi. Hatta dedim, boğazımı temizledim, burnumu çektim, herkes bile olamazsınız siz demektir bu dedim. Felsefecilikten vazgeçtim, dost gibi, el gibi, soğuk cevapları gibi, bir şey söyleyip hemmmen kaçıp gideceğim çok kızma der gibi yazdım. Yazış şeklime sövdüm. Kalayladım mı yazsaydım acaba dedim, neyse olan olmuş bir kere boşver olum dedim. Sen dedim, senden bir sikim olmaz. Bir dizi bitirdim, içime bütünbüyükbaşhayvanlar oturdu son anlarında. Her şeyde olduğu gibi pürüzsüz olmamasına bozuldum ama öylece kabul ettim. Yine de bilmek güzel dedim. Bilmek güzel. Bilmek dedim, bilinç sanmak ya da bir şeyleri netlemek hayatta… Ona sormuştum, huzur mu arıyorsun yoksa tutku mu? İlk sorum buydu dedim. Sanki ne biliyorsam. Huzur demedi, bana dedi ki, ben odamda çalışayım ama senin de mutfakta olduğunu bileyim. Bu ne dedim. Bu benim ruhum dedi, sana ruhumu anlatıyorum dinle dedi. Ben de dedim ki ben çeviri yapayım, bunu söyleyelim. Olur dedi, odadan uzaklaştı. 8 aydır yazmıyor. Yazsa ne fayda dedim. Beklemek dedi, zordur. Sen gitmemiş miydin dedim, yalnızca sen istersen dedi. Bir hayalet olarak hayatıma yön vermeye devam edeceğine söz verdi. Yokmuş gibi, ama var gibi de, odasının kapısını kapattım ve mutfakta bunları yazmaya koyuldum.
Hüzünlü Bey
Hüzünlü Bey
Seni sevdiğimi söyledim sana
Lütfen inan bana
Hüzünlü Bey
Sevgilim, şimdi gitmem lazım
Sakın kızma
Biliyorum yorgunsun
Biliyorum bir sebepten ötürü limoni ve üzgünsün
Bu yüzden bir tebessümle veda ediyorum sana
Yanağına da bir öpücük konduracağım ama
Sen ihanet diyeceksin buna
Hayat bazen de böyle
Duygu yoğunluğu çarpar adamı sebepsiz yere
Ve görebiliyordum yüzünde
Sabah kalktığından beri beklediğini bu arayı senin de
Hüzünlü Bey
Yüzünü dökme
Bulutları göremiyorsun öyle
Hüzünlü Bey
Çok geçmedi yükseklerden uçtuğun o günlerden daha
Hüzünlü Bey
Seni sevdiğimi söyledim.
Lütfen artık inanır mısın bana?