Bir sanatçıyı sevmek, ne acayip diyorum. Esasında sevgi bitmiyor, başka yerlerde başka şekillere bürünüyor, metamorfoz geçiriyor. Bir sanatçıya âşık olmak demiyorum, sakın ha! Bir sanatçıyı sevmek diyorum. Ne acayip! Sırf onları seviyorlar diye aşklara karşılık vermeden, bir mühendisi sevmeden, doktor fantazilerinden, yataklı vagonlardan, tren jetonlarından, kemençeden, mor silgilerden de bahsetmiyorum. Çok zor ve yıpratıcı bir şey diyorum bir sanatçıyı sevmek, a dostlar. İşte bundan söz açmak istiyorum.
Ben de yazmışım aşklarımı Orhan Veli gibi. Ondan mı görüp yazmışım, anımsayamıyorum, aşk resmigeçiti. Olur da anlarlar diye değiştirmişim bile isimlerini. Neyse ki karalamışım yanlarına karakter özelliklerini, bakınca, ancak hatırlıyabiliyorum oldukları kişiyi. Kim görecekse sanki… Kimden neyi sakındığımı bilmeden, istemsizce saklıyorum böyle şeyleri. Bu da bir sorun aslında, idi. Ama daha büyük sorunsa, kimin neyi merak edip etmemesi gerektiğini bilememesi. Bir sanatçıyı sevmek diyorum, ne acayip şey.
Genelde de dış güzelliklerini geçirmişim kâğıda, içe dair bir şey pek de yok notlarımda. Velinin adı Orhan. Birine de bilgili demişim. Onu geçelim. Orhan Veli de geçmişti şiirinde, pişmandır belki. Ya da üzülüyordur. Pişmanız aslında. Üzülüyoruz. Aşkın kendisi, diyorum, âşık olunan kişiden çoğunlukla güzel hem zaten.
Diyor ki bana, Ben âşık olunca kendimi kaybediyorum, hep öyle oldu, hep kötü bitti, hep dengemi bozdular. Seninle öyle olsun istemedim. Geri kaçtım bu yüzden, uçtum. Bunlar biraz da bizi mahveden aslında. Bu çaresizlik, bu korku… Silahı eline alma bir dert, karar anı bir dert, eh, üstüne yüzde yüz eminken de tutukluk yapması aletin… Ayrı bir dert. Hayatlarımız, diyorum, hep böyle. Küçükken geçirdiğim bir kazadan bahsediyorum. Bir sanatçıyı sevmek diyorum, ne acayip bir şey!
Bozuluyorum aslında lakırdılarına da, ses etmiyorum dalga geçmesin diye. Çünkü ben ona bambaşka demişim. Melih Cevdet de üzerine yazmış, meğer ne tuhaf şeymiş kavuşmak! Şimdi ben uzak ülkelerin birinde, çocuk bahçelerine oturmuş, ya da üçüncüsünde bir trenin, limon, üzüm, portakal yerken yanımdakiler, ya da yağmurlu bir gece yarısı, bir garda tren beklediğim zaman, kavuşmayı düşünemeyeceğimden korkuyorum. Tam da bunun çocukluğunda susuyorum işte.
Bir sanatçıyı sevmek ne acayip diyorum; gittikten sonra bile devam edebiliyorsun yaşamaya onu. Tamamlamak gerekse üçlüyü, Horozcu: Bir uykuda buldum onu. Otların yeşilinde duruyordu. Çocuk yüzü gibi az ve acıklı küçük alabildiğine, eskimiş bir yerime bakıyordu. Bir kırlangıç, cıvıltılı, sürtünerek üstünden geçiyordu. Sevdiğim ne türlü, ağladım! Sonra ötekiler gibi kayboldu. Resimleri, şarkıları, yazıları kalıyor sana. Ulaşabiliyorsan. Sevdiğini onu neden bunca, dediğini neden bambaşka, anlayabiliyorsun. Aşklar pişmanlıkla biter genelde ama boşluktur biraz da bir kuşu biçimleyen, bence böyle, seni bilemem. Bir sanatçıyı sevmek, çok zordur, a dostlar!
Bir balinayı biçimleyen de okyanustur.
Hayır hayır, sanatı bilen, sanat üzerine düşünen, iki kalem oynatan +dan ve iki kelam eden +den ve +lerden bahsetmiyorum, kulağının arkasından şiir fışkırtmak benim dediğim. Hiç enstrüman çalmamış ellere-bir şey yapsın diye verilen teneke parçası burada bahis edilen. Ona verdiği biçim, kafasından geçen imgelemler. Çünkü boşluktur şairin biraz da dediği gibi bir balinayı okyanuslayan. Yo hayır, zararı yok anlayan elbette sanattan bir eşin. O da mühim. Öğreniyorsun nice filmler, kitaplar, dergiler. Ama bir erişteyi bile yapıyorsa, en gelişigüzel şekliyle, en sıradan halinin harika şef(y)e dönüşmesinden bahsediyoruz biz burada. En başıboş hikâyelerdeki, en sıradışı olayları yazabilenlerden. Sözgelimi, bir zeytinin ağızda verdiği tadı bil-, çiğneyişini hayalleyebil-me+den; bir portakal suyu aşermenin sabahın kör saatinde, ne derece mühim bir mesele olması enikonu. Ebemkuşağı insanları bunlar.
Bir sanatçıyı diyorum, zor bir sevmekle edilgen çatı altında kavuşturabilmek. Bir sanatçıyı diyorum, şairlerle biçimlerken nihayetinde hasretle kavuşarak, gözlerinden isyanla bile öpememekteki hususa gelirsek, kaçırılan kafalardan, alevlerin ortasında geçen şeritlerdeki yaralara, ve de yayalara, ve de eşit olanlara, ve de ölürken cepten çıkarılan notlara, ve de vagonlarda üzüm yesek derken… Derken… Derken… Zaman geçer; vakit alır çoğu şey. Bir sanatçıyı sevmek… Olsa olsa böyle bir şey.
Böyle yazılarını çok seviyorum. Seni hatırlıyorum, nasıl hissederek yazdığını düşünüyorum, ben de senin gibi hissetmeye çalışıyorum. Bazen bahsedilen, ufacık da olsa benden şeyler görmek istiyorum, ne büyük bencillik, ah!
Güzel yüreğine sağlık.
Çok teşekkür ederim. Aslında birden çok bileşenden oluşuyor "bu tür yazılar" dediğimiz metinler; şimdi kimsin nesin tam olarak emin olamıyorum ama bazen çok bariz, bazen de çok minik olabiliyor bahisler o "saklama" meselesinden ötürü galiba =/
Daha ismini kayda geçmeye cesaretiniz yokken bu nasıl sevmek? Buna sevgi demek? Belki de sevgiyi sahiplenmemek…
Selam,
Belki de dediğiniz gibi. Ama belki de…
Yani aslında şunu demek istiyorum: Sevme'nin bu şekilde kısıtlanabileceğini düşünmüyorum tanımı gereği. Bunu burada çokça yazmıştım, türlü türlü insanlar ve her biri gibi sevmeler de var ve birçok çeşit. "Somut" bir şeymiş gibi davranılacak, ya da özellikle bunu gerektirecek bir şey olduğuna inanmıyorum ve olduğunu da sanmıyorum. Ben size gayet de "okumadınız mı Orhan Veli gibi olmak için" yahut "öyle bir sevmek ki herkesten saklamak" ya da "ismi değil kişiyi sevmek" gibi tonlarca bahane sunabilirim, ama gerek de yok. Kim nasıl seviyorsa öyle, belirli bir kalıba sokulmasına gerek yok. Kaldı ki bu tür yargılamalar için fazlasıyla iddialı geldi söyleminiz bana ne yalan söyleyeyim =/