Bu satırları yazarken dünyanın en birleştirici unsurunu icra ediyordu okuldaki çocuklar. Bir çeşit bahar şenliği gibi bir şeydi sanırım yapılan, hep bir ağızdan şarkı söylüyorlardı. Handiyse müzik bir TikTok ya da YouTube Shorts ya da arkadaşlara gönderilen kısa bir video gibi bazen. Neden izlediğini anlayamadığın ama kendini bulduğun, bazı hoşuna giden şeyleri bulabilmek için epey mesai harcadığın çok ama çok uçsuz ve bucaksız bir dal.
Öte yandan, müzik kadar eski okuma mecrası ise çok daha küçük bir zümreye hitap eden, belki de bu yüzden biraz böbürlendiren, aslında en az müzikteki kadar korkunç kitleleri de harekete geçirebilecek tarzda bir kol. Yalnız ve yalnız, kafede, sokakta, restoranda orada ve burada sürekli maruz kalınmadığından, hatta maruz kalınması en zor alan olduğundan biraz görmezden gelinen, kıyıda köşede bırakılan, gelişim bazında baktığımızda son derece fakir olan bir alan. Hatta daha önceki yazılarda da denildiği üzere Frye’a göre “zaten yazılmış olabilecek her şey çoktan yazıldığı” için ve yazılanlar da bunun bir çeşit yeniden uyarlaması olduğu için en teknolojik, en öncü ama en realist ve en kafatasçı da diyebiliriz bu edebiyat denen mefhuma.
Size elbette kitaptan bahsetmeyeceğim. Kitap müthiş mi tesirliydi de yazmaya başladım? Hayır ama ortada bir tesir mevcuttu. Evvela, Levy için, Kundera ve Coelho’yu postmodern sosuna bandırdığımızda ortaya çıkan isim diyebiliriz. Coelho, onu sevmeseniz bile okuduğunuzda kendinizden bir parça bir şeyler muhakkak bulabileceğiniz, “pop” tekdüzeliğinde de yazsa işin kodlarını çözmüş, insan ruhuna işleyebilen biri. (Buradaki “ruha işlemek” lafının benim tarafından söylendiğini de göz önüne alırsak epey şok edici olduğunun farkındayım sevgili okur, peki, şöyle diyeyim, okuyucusu ile bağ kurabilen biridir Coelho.) Kundera ise benim uydurmam: Araya tarihi olaylar katması olsun, hatta bazı benzer karakterde isimler kullanması olsun bence bir nebze hayranlığını da dile getirmektedir kurmacalarında Levy. Bunların hepsini bir de sürpriz sonla birleştirdiğimizde ortaya çıkan kişidir kendisi.
Peki ben ne diye yazıyorum bu adamı şimdi madem? İnternette arattığımda birazdan yazacağım 4 alıntının Türkçesine ben erişemedim. Bir şekilde bahsedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Onların da bayıldığım isminde olduğu gibi söyleyemediğimiz onca şeyden biri olduğunu düşünüyorum. Yapacağım alıntılar sürpriz bozmuyor, altına yazacaklarım da kitapla alakalı olmadığı için okumaya devam edebilirsiniz sevgili okur. Uzattık, uzatmayalım. Başlayalım:
“Tomas, Tomas, Tomas, ismini söylemenin ne kadar güzel olduğunu unutmuşum.”
Ben kitabın üstünde düzeltmeye giderek, ismini ve söylemenin arasına “sana” yerleştirmişim. Gerçekten de öyle değil mi? Temelde isim mefhumundan bahsetmek gerekirse, sözgelimi elma dediğimizde benim imgelemimde yeşil ve ekşi olanlardan biri ama en biricik olanı belirir, biraz küçükçedir. Belki sizinkinde beliren kırmızı, tatlı ve suludur. Hayatımıza aynı isimde birçok insan girer, ama o isim size yalnızca ve yalnızca tek kişiyi çağrıştırır. Bazen o ismi ona söylemeyi o kadar seversiniz ki, başkalarına söylemekten kaçınırsınız bile. Bütün o biçimli söyleyişler, takma isimler, çağrışımlar bir yana kendi ismi başka bir yanadır. Tam tersi bir şekilde, kendi ismini ondan duymak istemek, onun söyleyişi ile birlikte isminizi sevmeye başlamanız da olasıdır. Ne yazık ki Levy burada, ona kendi ismi ile hitap edemediğiniz günlere vurgu yapmakta, sitem etmektedir. Uzun zamandır ismini diyemeyenler, ona ismi ile seslenemeyenler, adını yalnızca yazarken ananlar anca anlar bu dediklerini.
“Hayır, ona senden bahsedeyim diye gelmiş. Sevdiklerini özlediklerinde insanlar böyle yaparlar.”
Bir başka söylemediğimiz onca şey! Bazen bunu fark etmeyiz. Konuyu bilinçsizce ondan bahsedilecek yerlere getirir, rüyalarımızda onu görürüz. Ortak tanıyanların fikirlerini alırız. Ne zordur bir insanı tamamen tanımak. Ve onu anlatmak. Beceremezsin de. On lafını söylersin, sonra yaptığı bir mimik vardır onu koymazsın olmaz mesela. Ötekiler için manasız da olsa bir şeyler hep eksik aktarılagelir. Bazen başkalarıyla onunla birlikte oluşturduğunuz ortak saçmalama laflarınızı kullanır, bir çeşit ölümsüzleştirisin onu zihninde. Ölmek demişken… Onların ardından yapılır çokça. Bazen dinlemek istemesek de, bizi çok üzse de yapılması iyi bile gelir. Dayım demek isterim bazen yukarıdaki gibi, dayımı anlatsana demek isterim karşımdakini üzeceğini bile bile. Bana söyleyemediklerini duymak isterim. Nasıl biri idi, nasıl biri olabilirdiyi duymak isterim. Bazen, sevdiğim bir arkadaşımı aramak istesem de aramam da onu tanıyan başka birinden dinlemek isterim yaptıklarını. Bazen de hayat bulur beni, gelir bana annemden bahseder, ne kadar şanslı olduğumu söyler bana. Tüm bunlar da üzüm üzüm üzer beni, yalnızlığın seksen anahtarı. Ben de bahsederim bazen, Şahaneden, Sibepten, Sedefçigilden, Luviyadan, Efrattan bahsederim. Hayat bizi nerelere nerelere sürükler.
“Çocukluğunda hissettiğin tüm eksiklikler, sorumlusu olduğum tüm kusurlar için de senden özür dilerim.”
Ebeveyn olmak sanırım biraz da kusurlu olmak, kusurlara yol açmak, bunlarla yaşamayı ve bunlara rağmen kendini kabul edebilmeyi gerektirir çoğu zaman. Söylenebilecek ve söylenemeyecek çok şey var bu alıntıda. Her birimizin yaralarında saklı, yetiştiriliş biçiminde, özlemlerinde, yapamadıkları, cesaret ettirilmedikleri, yapmaya zorlandıkları, yenilgileri ve biraz da daha da çok sevmeleri gizli burada. Sevgi biriktirme gizli. Sevilmemenin verdiği, herkesi bir daha bir daha çok sevmeler ama sevilince ne yapacağını bilememeler hep bu cümlelerde gizli.
“İnsanın şu hep yanında, cüzdanında, cebinde ya da kafasında taşıdığı kâğıt parçası…”
Burası çok romantik geliyor bana. Belki de fazla vıcık vıcık ama olsun. Bana kendimi hatırlatıyor. O ceketimin, o cebinde, o deniz otobüsü koçanını hatırlatıyor. Son günü hatırlatıyor. Eyfel kulesini hatırlatıyor, çalıntı gününü hatırlatıyor, istemediğin bir şey yapmak istemediğinde kullanman gereken kartı hatırlatıyor.