Say Anything…‘i yeniden izledim. Yeniden izleme konusunda geçtiğimiz on yılda çok tutucu idim. 10’lı yılların sonuna doğru adımlarını yeniden attığım yeniden seyretme işinde kendimi görmem beni çok memnun ediyor. Sözgelimi bu film. Neydi sevdiğim? Bunu bulmaya çalışmak, kendine anlam verememek ya da kendinle, o güzel bebekle zamanın içinde gurur duymak. Bütün bu duyguların karmaşası, çok çok özel.
I’m sorry, it’s just that you’re a really nice guy and we don’t want to see you get hurt.
(Üzgünüm, sen gerçekten çok iyi bir çocuksun ve yalnızca kalbini kırılmış görmek istemiyoruz.)
I want to get hurt!
(El hareketinin sözleri ile birleşiminden çıkan anlam şudur: “Yani ben belki de kalbim kırılsın istiyorum, size ne be!”)
(Çünkü bir şeyi seninle paylaşmayınca, o şey sanki hiç yaşanmamış gibi geliyor.)
Şurada yazdığım gibi, bir şeyi sorun etmek ve onu sevdiğin insanla paylaşmak onu var etmenin, sanki gerçekten var olmasının tek yoluymuş gibi. Yani dediği gibi neredeyse hiç yaşanmamış, neredeyse hiç görülmemiş gibi, neredeyse hiçbir anlamı yokmuş gibi, neredeyse anlamının olmamasının hiç kimse için önemi yokmuş da, belki seninle paylaşırsam bir anlam elde edermişim, hatta yalnızca seninle paylaşırsam bir anlamı olacak türden gibi bir his. Ve bu his hiç de yabancı değil. Hani yayımlamamaktaki o huzur var ya, çünkü paylaşma ihtiyacı hissetmemek yahut zaten paylaşabileceğin insanlarla paylaşmış olduğun hissi, hiçbir onaya ihtiyaç duymamak… İşte tam da o. Bir şeyi gerçekten sevdiğin biri ile paylaşmıyor ya da türlü sebeplerden ötürü paylaşamıyorsan o şey ne yazık ki hiç yaşanmamış oluyor ya da rastgele, öylesine alelade, hiçbir heyecan duymadan yoldan geçen birine ağzın doluymuş gibi mırıldanıveriyorsun bir şekilde.
*
Schopenhauer’ın şu alıntısına gerçekten bayılıyorum arada bana hatırlatması için burada durmalı:
“Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder, okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir.
Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak her zaman bizi bir parça rahatlatır, fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir; ve sonunda onlar bizden ayrılır, geriye kalan nedir? Ve dolayısıyla öyle olur ki çok fazla-yani neredeyse bütün gün okuyan ve arada düşünmeksizin, eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder. Tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. Birçok eğitimli insanın durumu bundan pek farklı değildir: Okumak onları ahmaklaştırır. Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir. Zira bu ikinci durumda uğraş kişiye kendi düşüncelerini takip edebilme imkanı sunar. Nasıl ki yabancı bir cismin ağırlığı üzerinden hiç eksik olmayan bir çelik yay sonunda esnekliğini kaybeder; başka bir kimsenin düşünceleri sürekli olarak üzerinde bir baskı yahut tazyik unsuru olarak varlığını koruyan bir zihin de körelir. keskinliğini kaybeder. Sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de düşünce malzemesiyle lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir. Çünkü bir kimse ne kadar fazla okursa okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır: Zihin üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur, ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir, nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil sindirimle beslerse. Eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz. Büyük bölümü itibariyle kaybolur. Gerçekten de bedensel gıdalarımızla zihinsel gıdalarımız arasında durum hemen hemen aynıdır: insanın yediklerinin beşte biri ancak hazmedilir, geri kalan buharlaşmayla terlemeyle ve benzeri şekilde kaybolup gider.
Bütün bunlardan kağıt üzerine dökülen düşüncelerin kumsaldaki ayak izlerinden farklı olmadığı sonucuna varılabilir:
Doğru, adamın yürüdüğü yolu görürsünüz, fakat yolda ne gördüğünü bilmek için onun gözlerine ihtiyaç duyarsınız.”
*
Haydar Ergülen’i tanıyor musunuz bilmiyorum. Ben çok tanımıyorum, tanımazdım açıkçası. Uzun zaman sonra, belki de şu yukarıda yazanlarla bağlantılı olduğu için bir şiire âşık oldum. Hangi kısmını en çok sevdiğim her okuyuşumda değişiyor, pek yorum yapamıyorum.
İÇ NEFES
o bir çay istemişti, trenin içinde
biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
ben yalnız kalmıştım, senin içinde
oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!
aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin
o bir dile sığınmıştı, sözü içinde
yolu yoluma çıkmıştı, çölü içinde
ben eski kalmıştım, senin içinde
oysa kaç çocuğun yerine övmüştüm seni!
düşü geçtik, kendine bakabilirsin
o bir bende kırılmıştı, hayli içimde
ıssız otağ kurulmuştu, canım içinde
ben kime kalmıştım, senin içinde
oysa kaç bahçe yerine açmıştım seni!
kimi geçtik, kimseye sorabilirsin
*
Sizi bir ressamla tanıştırmak istiyorum, ismi Vladimir Volegov. Harika kadınları var. Her biri için ayrı bir kompozisyon hazırlıyor ve farklı teknikler kullanıyor. Kendisini araştırırken videolarına da denk geldim. Meğer kısmi ünlü bir sanatçı imiş. Ülkemizde çok bilindiğini zannetmiyorum. Hani resimle uğraşan varsa, kendilerine de ilham olabilecek birisi. Benim gibi sıfır yetenekte birini bile heyecanlandırıyor. Sadece yaptığını yapmayı deneyebilmek bile harika hissettirebilir. Bunları paylaşıyor olması ise çok ama çok ama çok özel. Bunları derken, şöyle videoları var, inceleyebilirsiniz: